COVID-19’un bütün dünyaya yayılması önlenemediği gibi aşı da temin edilip eşit bir şekilde dağıtılamadığı için insanlar yığınlar halinde ölmeye devam ediyorlar. Doğal olarak gözler bu koşullarda büyük aşı şirketlerine ve yüksek kârlar elde etmelerine izin veren patent hakkına çevrildi.
Patent hakkı etrafındaki tartışmaya bilim emekçileri de katıldılar. Sorunun patent değil, üretimin zorlukları olduğu, isteyen herkesin aslında aşı üretebileceği söylendi.
Tartışmaya bu şekilde katılan değerli bilim emekçisi arkadaşlarımızı suçlamak niyetinde değiliz. Ne yazık ki neredeyse 40 senedir piyasa tanrısının her şeyi belirlediği koşullarda yaşıyoruz ve bütünü değerlendirme yeteneklerimizde bir azalma oldu.
Bilim ve Aydınlanma Akademisi bu tartışmaya dair aşağıdaki noktaların hatırlatılmasını kendi sorumluluğu içinde görüyor:
1-Türkiye aşı üretme yeteneğini beceriksiz politikacılara veya tembel bilim insanlarına bağlı olarak mı yitirdi?
Türkiye hem insan hem hayvan aşılarını üretme yeteneğini 1990’lı yıllara kadar korudu. Kurtuluş Savaşı sırasında mikrobiyologların serumları ve aşı üretiminde kullandıkları hayvanları ile İstanbul’dan Ankara’ya geçtiği söylenir.
Bu çok anlaşılabilir bir politikaydı, çünkü aşı sadece halk sağlığı ile ilgili değil, bir ülkenin bağımsızlığı ile ilgili stratejik bir üründür. Ekonomik abluka, biyolojik savaş ve pandemi durumunda bir ülkenin ayakta kalması için aşı üretebilecek teknoloji ve birikime sahip olması gerekir.
Ancak 1990’lı yıllarda aşı üretim tekniklerinde gelişmeler yaşanırken Türkiye giderek aşı üretme yeteneğini hemen tamamen yitirdi ve aşı tekellerinin pazarı haline geldi.
Türkiye’nin bugün çok acı bir şekilde sonuçları ile yüzleştiği bu durum beceriksiz politikacılar veya tembel bilim emekçileri ile açıklanabilir mi?
Bunu iddia edenlerin olduğunu görüyoruz.
Ama böyle olmadığını olaylara daha yakından bakınca göreceğiz. 1990’lar Türkiye sermayesinin uluslararası sermaye ile bütünleşmeyi tercih ettiği, emperyalist devletlerin ise bu dönüşümü bütün güçleri ile Türkiye’ye dayattıkları yıllardı. Dünya Bankası, IMF ve Avrupa Birliği Türkiye’yi piyasanın hâkimiyetini sağlamak üzere sağlıkta dönüşüme teşvik ediyorlardı. Bastırdıkları el kitaplarında kamucu ve piyasa karşıtı dirençle nasıl başa çıkılacağını anlatıyorlardı.
Türkiye arka arkaya, ilaç ve aşı şirketlerini kayıran AB ile Gümrük Birliği anlaşmasını, TRIPS ve Tahkim anlaşmalarını imzaladı. Devlet aşı üretimi için yatırım yapmayı durdurdu, Türkiye ilaç ve aşı tekellerinin bir pazarı haline geldi.
Bu tamamen emperyalizmin dayatması ve Türkiye sermaye sınıfının bir siyasi tercihiydi. Paranın çok olduğu bir yerde daima vicdanını satacak politikacılar bulunur, bulundu da. Ama bu onların kişisel tercihi değildi. Bilim emekçilerine ise daha sonra değineceğiz, bırakın tembelliği bir terletme sistemine bağlı olarak çok daha fazla çalışmak zorunda kaldılar.
Bu çok kısaca özetlenen süreç dünyanın hemen her yerinde tekrarlandı. Reel sosyalizmin dünyadan bir süreliğine çekilmiş olması bu akıl dışı uygulamayı kolaylaştırdı. Bütün dünya ülkelerindeki halklara çok büyük paralar kazandıkları ve patente bağlı tekel kârları elde ettikleri bir düzeni dayattılar. Şimdi pandemi esnasında yaşanan feci manzara emperyalist düzenin ve sermaye sınıflarının tercihi olan politikaların ürünüdür.
Eğer ülkelere baktığımızda sadece hükümetleri görüyor ve arkasındaki sermaye egemenliğini toplumsal harekete dair çok güçlü bir soyutlama olarak kavrayamıyorsak veya emperyalizm teorisini el çabukluğu ile görünmez kılmaya çalışıyorsak ne dünü, ne bugünü, ne de yarını anlama şansımız olacaktır.
2-Aşı ve ilaç tekelleri dünyada sağlık politikalarını nasıl belirliyor?
Patent meselesi Uğur Şahin’in şahsı üzerinden tartışılamaz, çünkü dünya hemen tamamen tekelleşmiş sermaye tarafından yönetiliyor günümüzde.
Sağlık politikaları da tekellerin çıkarına göre belirleniyor. COVID-19 pandemisi son 20 yıldaki benzer virüslerin neden olduğu ilk salgın değildi. SARS’ta olduğu gibi dünyaya yayılma eğilimindeki ölümcül salgınlar bekleniyor, DSÖ sürekli uyarı yapıyor, haber alma teşkilatları kendi devletlerini uyarıyorlardı.
Ancak kârları garantili olmadığı için hiçbir aşı tekeli yığınsal bir üretim için hazırlık yapmadı. Oysa toplumsal mülkiyete ve kâra değil, toplumun mutluluğu ve refahına dayalı bir sistemde yaygın aşı üretimin hazırlıkları çok önceden yapılabilirdi.
Aşı tekellerinin yoksul ülkeler ve yoksulların hastalıkları için üretim yapmadığı, varlıklı ülkelerin pazarlarına göre kendilerini ayarladıkları son zamanlarda çok iyi belgelendi.
Görüldüğü gibi patent yüzeyde duran bir sorundur, deşince kendi kârından başka bir şeyle ilgilenmeyen bir sınıfın iktidarıyla karşılaşıyoruz.
3-Bilim emekçilerinin patent piyasasındaki rolü nedir?
Daha önce belirttiğimiz gibi sağlıkta dönüşümün yaşandığı 90’lı yıllardan itibaren bilim emekçileri çok daha fazla çalışmak zorunda kaldılar. Bütün kariyerleri uluslararası yayın yapmaya bağlanmıştı ve yayın sayısına bağlı atama kriterleri sürekli yükseltilmişti.
Bilimin gelişmesine bir diyeceğimiz yok tabii, ama artan bilimsel üretkenlikten kim yararlandı diye sormalı, onca mikrobiyoloji, viroloji, biyoteknoloji alanında yapılan yayınlara rağmen Türkiye’nin neden aşı üretiminde gerilediğini sorgulamalıyız.
Aslında Türkiye’den ve aşı üretemediğine şahit olduğumuz çok sayıda ülkeden bilim emekçileri devlet bütçesinden, yani kendi emekçi halkının ödediği vergilerle finanse edildiler, araştırmaları desteklendi ama ürünlere aşı ve ilaç tekelleri el koymuş oldu. Çünkü şirketlerin AR-GE birimleri yüz binlerce bilim emekçisinin ortak emeğini teknolojiye dönüştürüyor ve patentle korunmuş katma değer elde edilmesini sağlıyordu.
Bilim emekçileri bu süreçte belki adını bile bilmedikleri, bir kez bile kapısından geçmedikleri şirketlerin sömürüsüne uğradılar.
Gerçekten düzen hem bilim emekçilerinin hem yoksul halkların sömürüsüne dayanan uluslararası bir çark kurmuştu.
Ancak bu çark ideolojik olarak da beslendi. Bazı bilim emekçileri, belki bizim de bir patentimiz olur diye umutlandırıldılar. Oysa bu mahalle bakkalıyla süper market zincirinin umutsuz rekabetine benziyordu. Hiçbir zaman bilim emekçisinin kazanmasına izin vermeyen bir oyun kurulmuştu.
4-Bilim emekçileri yaşamlarının anlamını nereden üretmeli?
Bilim ve Aydınlanma Akademisi üyeleri olarak emeğimizin anlamının ancak ürettiklerimizin toplum yararına teknolojiye dönüştürüldüğü bir toplumda yerini bulacağından eminiz.
Ne patent, ne aşı tekelleri, ne sermaye sınıfı dünyanın kaderi değildir.
Bilim emekçilerinin yeri Türkiye’de ve dünyadaki diğer bütün emekçilerin yanıdır.
Patentsiz, sermayenin değil toplum çıkarlarının gözetildiği, eşitlikçi bir toplumda yaşamımızı çok daha anlamlı hissedeceğimizi biliyoruz.
Saygıyla görüşlerimizi toplumla paylaşıyoruz.
Bilim ve Aydınlanma Akademisi – Yürütme Kurulu
Alıntı: http://bilimveaydinlanma.org/bilim-emekcileri-asi-tekellerine-ve-patentli-dunyaya-mahkum-mu/