Yaşamak eylemi

O düz dünyalarınızdan eşsiz bir macera olan yaşama kestiğiniz dana dillerinin kanına karışan kusmalarınızı fışkırtmayınız lütfen

“Yaşamın anlamı tam da odur işte
Hep arayıp arayıp
bulduğunu sanıp
bulamadığını anlayıp
hep yeniden aramak zorunda olduğun.”

Oruç Aruoba

Hayat sınırlı insan aklının formülünü bulup yazdığı, değişkenleri belli, çarpıp, bölüp hep aynı sonuca varılan soyut bir denklem değil.

Yaşam tüm meşakkatine rağmen, size rağmen sizi umursamadan akıp gidişi, kendi var oluşunuz dahil sayısız olasılıklarla bezeli sınırsızlığı, kaosundaki ahenk, ahenkteki neşe ile çekici bir eyleme/eylemek hâli.

Kötü haber şu ki o neşeyi duyumsamak bize doğumsal olarak bahşedilmiyor.

Canlılığı sürdürmek için olmasa da canlılığa katılmak için, “varoluş” ısrarının yok oluşa çarpıp acıklı bir bocalamaya, büyük bir çırpınışa dönüşmemesi için mutlak gerekli olan ise yaşamayı eyleme dönüştüren disiplinli bir çalışma.

Alışkanlıkların sıradanlığı çekilmez hale gelince seyahatlere kaçarım ben.

Desen: Selçuk Demirel
Hekimlik gibi, yaşamak eylemini madde katılığına dönüştüren bir mesleğiniz varsa, akıl kendi sınırlarına, ruh katı bedene çarpıp, susturulması gereken frekansı bozulmuş bir müzik aletine dönüşür. Ama pandemi zamanı, salgının tırmanacağı turkuaz tablodan değil sağlıkçıların izinlerinin iptalinden anlaşılıyordu.

İlk alınan ve son kaldırılan önlem, yorgunluklarına ek olarak yüzlerine oturan maskelerinden, gözlerinin etrafında kocaman mor halkalarla koşuşturmakta olan sağlıkçıların izin hakkı oluyordu.

Pandeminin, takvim yapraklarında bugüne denk gelen iki önceki yazında, yani 2020 yılının Ağustos ayında, izinler kısa bir aralık açıldığında annemle babamı yazlık eve bırakmak için yola çıkabilmiştim.

O gün defterime şöyle bir not düşmüşüm.

“İnsanoğlu kuş misali demek gelmiyor içimden. Konduğumuz yerden kalkamaz olduk zira. Hiç mühim değil yeter ki sağlık olsun derdim ama o da olamayacak belli ki. Meğer kuş kadar aklı yokmuş bu insan türünün. Rus ruleti oynar gibi hem kendisinin hem sevdiklerinin sağlığı hatta çocuklarının geleceği ile oynuyor. Tarih bizi böyle yazsın.”

O yaz tüm dünya “eski normal” tepinmelerine eşlik eden kan donduran bir kayıtsızlıkla pandemi yokmuş gibi eğlendi.

Aslında bu umursamazlığa sürüklendi demek daha doğru.

Kuşkusuz pandemi yalnızca biyolojik boyutu olan bir gerçeklik değil.

Pandeminin kara deliği, politik ve sosyolojik boyutuydu.

Pandemi vasatın düşünsel evreninde ortaya çıktı.

Pandemi günahlar olarak klişeleştirilebilecek ölümcül hataların ise coğrafi işaretleri vardı.

O yaza dair gözümün önünden hiç gitmeyecek distopik kareler var.

Sudaki eğlenceli bir oyuna hiç benzemeyen tuhaf köpük partileri, bir çubuğun iki ucundan tutuşup yapılan kurban pazarlıklarının sonunda bol tükürük paylaşımlı sarılmalar, bir önlem olarak yalnızca takıların çubuklara takıldığı düğünler.

Tüm bu eğlenceler, halaylar bende hemen cenaze törenlerini çağırıştırıyordu. Çünkü hasta “anamnezleri”ne tam tamına şunları not düşüyorduk: Bir kına gecesi sonrasında, kayınbaba yoğun bakımda, kayınanne mezarda, gelin adayı hastanede. Bir taziye sonrası tüm apartman hasta.

O zaman aşı yoktu.

Her sağlıkçı öldüğünde aklıma bu fütursuz, acıklı pandemi arası eğlenceleri geliyor, içerliyordum.

Üstelik pandemi aralarından sonra kaldığımız yerden değil çalışmadığımız yerden başlayacağımızı da biliyordum.

Benzersiz tekrarlarla, zamansız, kitlesel ölümlerle dolu üç yaz sonra, yaşamın kaotik neşesinden neşenin eksildiği bir coğrafyada, yaşam belirsizliğine çekicilik katan, tüm hoş tesadüflerini çoktan yitirmişti.

Ölümde dahi eşitsizlik, yoksulluk gibi kabul edilemez olan insan eliyle yaratılmış dertlere başkaldırışımın, yaşamdan ve kendilerinden yana olan sesine kayıtsız kalamayanlar cenaze törenlerine benzeyen ahenksiz danslarına beni de davet ettiler.

Davete icabet etmeyince yakama yapıştılar.

Tüm belirsizliklerin ölüme değdiği bu coğrafi uzamda pandemik üçüncü yazın neye benzeyebileceğine dair şunu yazmıştım:

“Salgın son hız, yine hastaneler dolacak ve nedensiz aptalca ölümler olacak. Tabii yağmur yağarsa sel ve elbet mevsimsel denize sıfır yangınlar ihtimali de yazın hararetini iyiden iyiye artırabilir.”

Ama dedim ya aklın, yaşamın sınırsızlığıyla baş eden sınırlılığı, ölümün saniyeler içinde burnumuzun ucunda olabileceği katı gerçekliğini bana da unutturmuş.

Bu kez 29 Temmuz 2022 tarihinde bir yaz akşamına, ölümlülüğüme dair düştüğüm şu notu paylaşayım:

“Benden 45 dakika önce kusurlu muhakemesiyle kurduğu kusursuz cinayet planına umduğundan erken son vermek zorunda kalan fanatik bir hayranımın eşkali ile tanıştım.”

Hayranım ifadesini yadırgamayın.

Ölümlülüğe aldıran ama onu yaşama katık etmeyi de bilen yanım, en büyük hayranımızın o metaforik Azrail olduğunu söyler.

O tarihte bana denk getirilemeyen cinayet planından geriye kalanlar, Ankara’da ofisimin bulunduğu eski bir apartmanın, telaştan daireme denk getirilemeyen, merdiven basamaklarına “V” harfi biçimi verilmiş iki adet dana dili, otopark görevlisine bırakılmış “avcı adlı hastamdan selam” notu, aşağıya yeni açılmış kafenin ona çok tatsız gelecek ama benim pek sevdiğim şekersiz limonatası.

Uzun namlulu silahlarla, telefonuyla çektiği kriminal videolarıyla, beni sarı kıvırcık saçlı resmettiği görsellerle süslediği kusursuz cinayeti, ihtişam hevesinin heyecanına yenilmiş belli ki.

Dana dilinin fotoğrafını çeken, sonra peçeteye sarıp atan, bana “avcı” kişisinin selamını ileten otopark ve bina görevlileri ile olaylar zincirini kronolojik sıraya dizmeye çalışırken bir söyleyip bir gülüşüyoruz.

Pandemi zamanı bir ara işsiz kalıp endişeden tüm yağ dokusu eriyen S. “Hocam ne alemsin sen hâlâ gülüyorsun” diyor.

Böyle bir coğrafyada böyle bir iklimde olup bitenin içindeki espiriyi fark edemezseniz, heyecanına yenik düşen katil zanlıları serbest dolaşımdayken sizi korkuya tutsak ederler.

İki gün boyunca soruşturmayı yürüten, tüm kameraları didik didik eden Esat Polis Merkezi’nde görevliler ile olayın üzerinden geçerken peş peşe çaylar geliyor.

Getiren memur soruyor:

“Hocam çay seviyorsunuz, bizim çayımız güzeldir.”

Güzel gerçekten, iyi demlenmiş.

Sıcak nemli iki yaz gününü karakolda ve soruşturma sonucu ortaya saçılan sapıkça cinayet kurgusunu izleyerek geçiriyorum.

İçimi bulandıran, boş mideyle farkında olmadan art arada içtiğim karakol çayı mı yoksa düz zannettiği dünyanın dönüşüne eşlik edemediği baş dönmelerinde cinai kurgular fışkırtan bu sapkın mı bilmiyorum.

Hastanede bana eşlik edecek koruma telefon numarasını bırakırken “Hocam her hareketinizde bana haber verin” diyor.

Gülümseyip “Benim hareketliliğimden başınız dönecek ama” diyorum.

Woody Allen’in dediği gibi “Hayat sadist bir senaristin elinden çıkmış bir komedi” sanki.

Yerkürenin üzerinde tepinerek dünyayı düzleştireceğini zannedenlere kadim felsefeden, Empedokles’in sözleriyle: “Dairesel yalnızlığın tadını çıkarın, yusyuvarlak bir küre.”

O düz dünyalarınızdan eşsiz bir macera olan yaşama kestiğiniz dana dillerinin kanına karışan kusmalarınızı fışkırtmayınız lütfen.

 

Esin Şenol

 

Alıntı: https://t24.com.tr/yazarlar/esin-senol/yasamak-eylemi,36195