İnsanlığın yok olma ihtimali 100’de 1’den nasıl 6’da 1’e yükseldi?

1960’ların sonunda Amerikan Havacılık ve Uzay Dairesi NASA, tüm insanlığın kaderini değiştirebilecek bir ikilemle karşı karşıyaydı.

Apollo 11’le Ay’a giden astronotlar Dünya’ya geri dönmüş, Büyük Okyanus’ta yüzen kapsülün içinde sıcaktan bunalan astronotlar dışarı çıkarılmayı bekliyordu.

Küçük de olsa astronotların ölümcül uzay mikroplarını Dünya’ya getirmesi riski vardı. Ama NASA, üç ulusal kahramanını kapsülde bekletmeme kararı aldı.

Bundan onlarca yıl önce, bir grup bilim insanı ve askeri yetkililer de benzer bir kaygı yaşamıştı.

İlk atom bombası denemesini izlemeyi beklerken bunun bir felaketle sonuçlanma ihtimalinin farkındaydılar.

Bu deneyleri, yanlışlıkla atmosferi tutuşturabilir, gezegendeki tüm yaşam sona erebilirdi.

Dünyanın kaderini elinde tutanlar
Geçtiğimiz yüzyılda az sayıda insan böylesine sayılı anlarda dünyanın kaderini elinde tuttu.

Çok küçük de olsa topyekün bir felaketin yaşanması ihtimali vardı. Sadece kendi hayatlarını değil, her şeyi sonunu getirebilecek bir ihtimal.

İnsanlık, 20. yüzyılın ortalarında uzaya araç ve insan gönderme planları yapmaya başladığında kontaminasyon (mikrop bulaşması, kirlenme) konusu gündeme geldi.

İlk olarak “gidiş” kontaminasyonu korkusu yaşandı. Yani Dünya’daki organizmaların kazayla kozmosa taşınması riski.

Uzay araçlarının fırlatılmadan önce sterilize edilmesi, her şeyin dikkatli bir şekilde paketlenmesi gerekiyordu. Uzay aracına mikropların girmesi, dünya dışı yaşamın izlerini bulma çabalarına zarar verebilirdi.

Ve uzayda dünya dışı organizmalar varsa, bunlar Dünyalar Savaşı filminin sonundaki gibi uzaylılarla aynı akıbeti yaşayabilir ve Dünya’ya özgü mikrop ve bakteriler tarafından öldürülebilirlerdi.

Bu kaygılar, geçmişte olduğu gibi, günümüzde yani Uzay Yarışı çağında da geçerliliğini koruyor.

İkinci kaygı ise “dönüş” kontaminasyonu riskiydi. Astronotlar, roketler ve uzay araçlarının, Dünya’daki yaşamı yok edecek ve oksijenimizi tamamen bitirebilecek organizmaları Dünya’ya getirebileceğinden korkuluyordu.

NASA, Apollo’nun Ay yolculuklarının planlamasında bu olasılığı dikkate almak zorundaydı. Astronotlar Dünya’ya tehlikeli bir şey getirebilir miydi? O dönemde bunun yüksek bir olasılık olmadığı düşünülüyordu.

Zira Ay’da yaşam olduğunu düşünenlerin sayısı azdı. Ama sonuçları çok ağır olabileceği için bu senaryonun araştırılması gerekiyordu.

Dönemin bu alanda öde gelen bilim insanlarından olan Carl Sagan, “Apollo 11, yüzde 99 ihtimalle Dünya’ya Ay organizmaları getirmeyecek. Ama yüzde 1’lik bir ihtimal bile göz ardı edilemeyecek kadar büyük” demişti.

NASA, kimi durumlarda biraz gönülsüz olarak da olsa bazı karantina önlemleri aldı.

ABD Kamu Sağlığı Kurumu, planlanandan daha sıkı önlemler alması için NASA’ya baskı yaptı, kontamine olmuş astronotları sınırdan geri çevirme yetkisi olduğunu hatırlattı.

Kongre oturumlarının ardından, NASA, astronotların kapsülden çıkarılacakları gemide çok masraflı bir karantina merkezi kurmayı kabul etti.

Ayrıca Ay kaşiflerinin aileleriyle buluşmaları ve Başkan’la el sıkışmalarından önce üç hafta kendilerini izole etmeleri kararlaştırıldı.

Fakat Duke Üniversitesi öğretim üyesi Jonathan Wiener’a göre karantina prosedüründe büyük bir boşluk vardı.

Asıl protokolde astronotların suya indikten sonra kapsülde kalmaları öngörülüyordu.

Ama NASA’nın, astronotların sıcak, sıkışık ve dalgalarla sallanan bir kapsülün içinde beklemesi konusunda endişeleri vardı. Yetkililer, kapsülün kapısını açmaya karar verdi. Astronotlar önce bir bota ardından da helikoptere alındı.

Üzerlerinde biyokontaminasyon giysileri olan astronotlar gemideki karantina merkezine getirilmişlerdi ama denizdeki kapsülün kapağı açılır açılmaz içerideki hava dışarı çıktı.

Neyse ki Apollo 11, dönüşünde dünya dışı organizmalar getirmemişti. Ama getirseydi, astronotların kısa vadeli konforlarını öne koyma kararı, o kısa zaman aralığında organizmaların okyanusa karışmasına neden olabilirdi.

Nükleer yok oluş
O tarihten 24 yıl önce bilim insanları ve ABD hükümeti, benzer bir dönüm noktasındaydı. Zira küçük ama felaketle sonuçlanabilecek bir risk söz konusuydu.

1945’teki ilk atom bombası denemesinden önce Manhattan Projesi’nde görevli bilim insanları ürpertici bir olasılığa dikkat çekti. Ortaya attıkları senaryolardan birinde “fisyon” patlamasında açığa çıkacak büyük ısının bir füzyonu tetikleyebileceğinden söz ediliyordu.

Bir başka ifadeyle bu deneme, atmosferi ateşe verebilir, okyanusları yok edebilir ve Dünya’daki yaşamın çoğunu sona erdirebilirdi.

Daha sonra yapılan çalışmalar bunun çok mümkün olmadığını ortaya koydu. Ama son dakikaya kadar bilim insanları analizlerini defalarca gözden geçirmek zorunda kaldı.

Sonunda Trinity denemesinin zamanı geldi ve yetkililer devam kararı aldı.

Parlama düşünülenden daha uzun ve daha güçlü olduğu için denemeyi izleyen ekipten Harvard Üniversitesi Rektörü James Conant, korktuklarının başlarına geldiğini düşündü.

Conant’ın ilk baştaki hayreti bir anda korkuya dönüştü.

Rektörün torunu Jennet Conant, Washington Post gazetesine “Bomba patladığında bir felaketi tetiklediklerini düşünüyordu. Kendi ifadesiyle dünyanın sonunun gelişini izliyorlardı” dedi.

İnsanlık için dönüm noktası
Oxford Üniversitesi öğretim üyelerinden felsefeci Toby Ord’a göre bu insanlık tarihi açısından önemli bir noktaydı.

Trinity denemesi 16 Temmuz 1945’te saat 05.29’da yapılmıştı.

Ord, “Precipice” (Uçurum) adlı kitabında bunu “insanlık için, kendi kendimizi imha etme kabiliyetimiz konusunda kademe atladığımız bir dönemin başlangıcı” diye niteliyor. Ord, “Bir anda Dünya’nın tüm tarihi boyunca görülmemiş sıcaklıklar yaratacak kadar büyük bir enerji açığa çıkarıyoruz” diyor.

Toby Ord’a göre Manhattan Projesi’nde görevli bilim insanlarının titizliğine karşın bu hesaplamalar konuya taraf olmayan diğer uzmanlarla paylaşılmadı.

Sadece hükümete değil seçilmiş herhangi bir kişiye de bu risklerden söz edildiğine dair bir kanıt yok. Bilim insanları ve askeri liderler kendi başlarına karar aldı.

Ord’a göre 1954’teki bir nükleer denemede büyük bir hata yapıldı, 6 megatonluk patlama beklenirken 15 megatonluk bir patlama meydana geldi.

Savunmasız bir dünya
21’nci yüzyılın koşullarıyla, o dönemde alınan kararları sorgulamak şüphesiz kolaycılık olur.

Günümüzde kontaminasyon ve Güneş Sistemi’ndeki yaşamla ilgili çok daha fazla bilimsel bilgi var ve Müttefikler’le Naziler arasındaki savaş geride kaldı.

Günümüzde artık kimse bu tür riskler almaz değil mi?

Maalesef öyle değil. Kazayla ya da başka türlü, bir felaketin gerçekleşme riski eskidekine kıyasla daha fazla.

Kabul etmemiz gerekiyor ki uzaylıların dünyayı yok etmesi, bugün karşı karşıya olduğumuz en büyük tehdit değil.

Nükleer kış
Uzaylılardan kaynaklanabilecek “dönüş” kontaminasyonuna karşı “gezegeni koruma” politikaları ve laboratuvarlar var.

Ancak bu düzenlemeler ve prosedürlerin Güneş Sistemi’ndeki diğer gezegenler ve uydulara yapılacak özel yolculuklarda nasıl uygulanacağı belli değil.

Uzaylılardan gelebilecek tehdide ilave olarak, kendi varlığımızı galaksiye ilan etmek, uzaylılarla felaketle sonuçlanabilecek bir karşılaşma riskini de beraberinde getirebilir. Özellikle de onlar daha gelişmişse.

Tarih bize teknolojik açıdan daha üstün kültürlerle karşılaşan toplumların başına kötü şeyler geldiğini gösteriyor. Örneğin Avrupalı yerleşimcilerle karşılaşan yerli halkların kaderi.

Daha kaygı verici olansa nükleer silahlardan kaynaklanan tehdit. Belki atmosferin tutuşması imkansız ama dinozorları dünyadan silen iklim değişikliğine benzer bir “nükleer kış” pekala mümkün.

İkinci Dünya Savaşı sırasında nükleer silahlar topyekün bir felaketi tetikleyecek kadar yaygın ve güçlü değildi. Ama şimdi durum farklı.

Ord’a göre 20. yüzyılda insanların neslinin sona ermesi olasılığı yüzde 1’di. Ord şimdi bu olasılığın daha yüksek olduğuna inanıyor.

Her zaman var olan doğal varoluşsal risklere ek olarak son dönemde insan kaynaklı potansiyel risklerin arttığına dikkat çeken Ord, nükleer tehdidin yanı sıra, “aykırı” yapay zeka olasılığının belirdiğini, karbon emisyonlarının hızla arttığını, ayrıca günümüzde virüslerin biyolojisine müdahale edip, bunları daha ölümcül hale getirebileceğimizi vurguluyor.

Covid-19 salgınının bize gösterdiği gibi küresel bağlar, yanlış bilgi ve siyasi uzlaşmazlık konusunda daha savunmasız bir konuma geldik.

Ord, “Tüm bildiklerime dayanarak söylüyorum bu yüzyıldaki risk 6’da 1. Yani Rus ruleti. Birlikte hareket etmezsek, gücümüzdeki artışın, aklımızın önüne geçmesine engel olmazsak gelecek asır ve bunu izleyen yüzyıllarda risk daha da artacak” diyor.

Diğer varoluşsal risk araştırmacıları bu riski bir büyük bir cam kaba konulan top örnekleriyle açıklıyor.

Her top bir yeni teknolojiyi, keşfi ya da icadı temsil ediyor. Topların çoğu beyaz ya da gri. Beyaz toplar insanlık için iyi şeyleri simgeliyor. Örneğin sabunun icadı. Gri toplarsa hem iyi hem de zararlı olabilecek şeyleri. Kabın içinde çok az sayıda da siyah top var. Bunlardan birini çekerseniz, insanlık yok olur.

Bilinen ve bilinmeyen bilinmeyenler
Buna ‘savunmasız dünya hipotezi’ deniyor. Bu kavram, gelecekte olabilecek, çok nadir ama çok tehlikeli olaylara dikkat çekiyor. Şimdiye kadar henüz siyah topu çekmedik. Ama bu muhtemelen sayılarının çok az olmasından kaynaklanıyor. Elimiz bu toplara değdi ama şanslıydık.

Siyah toplara dönüşebilecek pek çok buluş ve teknoloji var. Bunlardan bazılarını biliyoruz; nükleer silahlar ve virüs biyomühendisliği gibi.

Ayrıca bilinen bilinmeyenler var. Makine öğrenimi ve gen teknolojisi gibi.

Bir de bilinmeyen bilinmeyenler var. Daha bunların tehlikeli olup olmadığını bile bilemiyoruz. Çünkü daha yaratılmadılar.

Ortak olmayan varlıklar trajedisi
Felaketle sonuçlanabilecek risklere neden hak ettiği önemi vermiyoruz? Wiener’in insanların aşırı riskler konusundaki yanlış algısını “ortak olmayan varlıklar trajedisiyle” açıklıyor.

Ortak varlıklar trajedisi kavramını duymuşsunuzdur: Kendi çıkarlarına odaklanan bireylerin ortak kaynakları yanlış yönetimini tanımlar. Herkes kendisi için iyi olanı yapar. Ama sonunda herkes zarar görür. İklim değişikliği, ormansızlaşma ve aşırı avlanma gibi.

Trinity testinin yapıldığı alan (neyse ki) yanarak yok olmamış göğün altında, parmaklıkların arkasında tutuluyor

Ortak olmayan varlıklar trajedisi farklı. Wiener’e göre bu, insanların ortak varlıkları yanlış yönetmesini değil, nadir ve felaketle sonuçlanabilecek riskleri yanlış algılamasını temsil ediyor.

Wiener bunu üç nedene dayandırıyor.

Birincisi bu nadir felaketlerin “bulunmazlığı”. Yakın zaman önce olmuş, dikkat çekici olayları akla getirmek, hiç yaşanmamış olayları düşünmekten daha kolay.

Beynimiz geleceği, geçmişle ilgili anılara bakarak kurgular. Eğer bir risk, habere dönüşmüşse (örneğin terörizm) kamuoyu kaygısı artar, siyasetçiler harekete geçer, yeni teknolojiler geliştirilir vb.

Ortak olmayan trajedilerin öngörülmesindeki özel zorluk ise deneyimlerden ders alma şansımızın olmamasından kaynaklanıyor. Çünkü bunlar asla manşetlerde yer almaz. Ama bunlar olunca oyun bitmiştir demektir.

Nadir felaketlerle ilgili yanlış algımızın ikinci nedeni ise büyük faciaların “uyuşturma” etkisidir.

Psikologlar insanların kaygılarının felaketin ağırlık derecesiyle doğru orantılı olarak artmadığını gözlemliyor.

Kabaca ifade edecek olursak, insanlara dünyadaki tüm insanların ölmesinden ne kadar kaygı duyduklarını sorun. Alacağınız yanıt, bir kişinin ölümünden duydukları kaygının yedi-buçuk milyar katı değildir. Üstelik yok olacak gelecek nesiller de hesaba katılmaz.

Aksine sayı büyüdükçe bireysel trajedilere kıyasla kaygılarının düştüğüne dair bulgular da vardır.

Gazeteci Tiffanie Wen, BBC Future için kaleme aldığı bir yazısında Rahibe Teresa’nın şu sözünü hatırlatıyor:

“Beni kitleye bakmak harekete geçirmez. İçlerinden birine bakınca harekete geçerim.”

Son olarak Wiener “caydırıcılığın olmaması” etkisinin risk alan kişileri daha özgür davranmaya teşvik ettiğini söylüyor. Çünkü hesap verme zorunluluğu yok. Yani sizin kararlarınızın sonuncunda dünyanın sonu gelirse kimse size ihmal davası açamaz.

Yasalar ve kuralların, insanları, canlı türlerinin sonunu getirecek pervasız davranışlardan caydıracak gücü yok.

Belki de en rahatsız edici şey, ortak olmayanların trajedisinin kazayla – güç zehirlenmesi, aptallık ya da ihmal sonucu gerçekleşme olasılığının olması.

Yapay zeka araştırmacısı Eliezer Yudkowsky, “Mevcut koşullarda, dünyayı yok etmek isteyenlerin sayısı fazla değildir. Yüzü olmayan şirketler, müdahaleci hükümetler, sorumsuz bilim insanları ve diğer kötü güçler kâr elde edebilecekleri, kendi düzenlerini kurabilecekleri ya da diğer kötülüklerini yapabilecekleri bir dünyaya ihtiyaç duyarlar. Dünyanın sonu gelirse bu muhtemelen yanlışlık sonucu olacak” diyor.

 

Alıntı: https://www.bbc.com/turkce/haberler-dunya-56205480