Hekimlik mesleğini seçmişseniz, yalnızca size başvuran hastaları değil, yaşadığınız toplumun, ortak yaşama alanlarının hatta yerkürenin onarılması gereken hastalıklarını da onarmak ve yaşatmak içgüdüsü, omuz başınızdaki süreğen ince bir sızı gibi yoklar durur sizi.
Bu Mart ayı, pandemik yılımızdan taşan ikinci bahar mevsimine denk geldi.
Dün bir yazı nedeniyle Türkiye’nin salgın yönetimi akışı için arşivlere dönmeye çalıştım.
Ne yazık ki, her akşam yapılan basın toplantıları ve gazete haberleri dışında bir akış ve bir kaynak bulmak mümkün olamadı.
Yaklaşık sekiz saat süren çabamın sonunda, şöyle söyleniyordum:
“Ağrıma giden salgının yarattığı katastrofi değil, daha çok maruz kaldığımız bunca saçmalık.”
Tam olarak bu cümleden daha fazlası ile genzimin yandığını, ağlamaklı olmak ile kaskatı kesilmek arasında gidip geldiğim parçalı bulutlu bir ruh ve beden haline yol açan nörotransmitterler salgıladığımı söylemeliyim.
Zannederim, acıyan bedenden daha acıklısı acıyan bir bedene uzaktan bakmak gibi bir durumdu bu ve bu yüzden içinden geçerken fark edildiğinden daha fazla can yakıyordu.
Mesela, Mart 2020 başında, Kuzey İtalya ve İran’da vakalar hızla artıyorken ve her iki ülkeden de hava ve kara yolu ile sayısız yolcu giriş çıkışı olmuşken biz ülkemizde vaka olmadığından emindik. Oysa Mart başında yalnızca şüpheli 2 bin kişiye test yapılmıştı.
11 Mart günü Sağlık Bakanı, ülkemizdeki ilk vakayı şu sözlerle açıklamış:
“Bir vaka salgın olarak görülemez.”
Hemen ertesi günü de açıklamasında şöyle demiş:
“2 ay direnelim, yazın virüsün etkisi azalıyor, bilim kurulumuzun öngörüsü bu yöndedir. Yazın büyük ihtimalle hayat normale döner.”
Her gece hepimiz, turkuaz tabloda üssel bir şekilde büyüyen rakamlar eşliğinde salgının seyrini izlemek, olup biteni algılayabilmek için ekran başına kilitleniyorduk.
Hemen sonrasında, ekranlarda ırksal bazı özelliklerimizin bizi koruyacağını, bazı gıdaların bizi güçlendireceğini söyleyen popüler yüzler beliriyor, arada kamu spotlarında dizi kahramanı bir doktoru oynayan oyuncu bastonuna dayanarak “14 Kuralı” hatırlatıyordu. “En büyük kozumuz yakalanmamak” sloganı kulaklarımızda çınlıyor ama insanlar nasıl korunulacağını ve neler olup bittiğini tam olarak algılamakta güçlük çekiyordu.
11 Mart tarihine kadar, uzaydan bakıldığında 360 derece içinde kalan tüm bölgeler salgın ile çepeçevre sarılmış, taçlı virüs ile kaplanmış görünürken, en sona kalmamızın ve büyük başarımızın sırrı, hiçbir ülkenin almadığı tedbirleri erkenden almış olmamıza bağlı idi.
Diğer ülkeler, işe yaramayacağını düşündükleri için havaalanlarında termal kamera ile ateş ölçümü yapmazken biz, Çin ve salgının yüksek hızda seyrettiği beş kadar ülkeden gelen yolcuları havaalanında termal kameralar ile tarıyorduk.
Türkiye, Avrupa’da salgının ilk başladığı Fransa, salgının adeta bir bomba gibi patladığı İtalya, 19 Şubat’ta ilk olgusunu bildiren İran ve 2 Mart tarihindeki ilk olgusunu bildiren Suudi Arabistan ile yoğun hava ve karayolu trafiği içinde olmasına karşın bizi koruyan bir şeyler olduğu kesindi.
Ayrıca, Çin’in bahar tatili nedeniyle, Ocak ayında Türkiye’de çok sayıda Çin’den gelen turist bulunuyordu.
Hatta, 22 Ocak tarihinde, Çin uyruklu bir turist, COVID-19 hastalığı düşündüren bulgularla İstanbul’da bir hastaneye başvurmuştu. 24 Ocak tarihinde bu ilk şüpheli olgu ve aynı gruptaki diğer yolcuların kendi istekleriyle ülkelerine döndüğü bildirildi.
Ancak ülkelerine bir ambulans uçakla gönderilen bu yolcular ile ilgili Çin basınında paylaşılan haberlerden anlaşıldığı kadarıyla, ilk olgumuz bu vakaydı.
Sonrasında da, seyahat öyküsü olan ya da Çinli turistlerden hastalık bulguları ile başvuranl şüpheli olgular olmuş ancak test yapılmadığı için doğrulanmamıştı.
Salgının üssel bir hızla artmaya başladığı günler birbirini kovalarken, sınırlar, uçuşlar, okullar kapatıldı, sanatsal etkinlikler iptal edildi .
Dünyada da salgın son hız seyrediyor, salgını tümden inkar eden ABD, İngiltere, sürü bağışıklığı stratejisini benimsediğini deklare eden İsveç, salgını yönetmeye gönülsüz İtalya ve İspanya’da, hastanelere ve hastanelerden sokaklara taşan hasta görüntüleriyle sarsılıyorduk.
Biz, başlangıçta sahadaki hekimlerin bilgilendirilmesi için hazırlanan rehberi tedavi için de düzenlemiş ve hasta olma ihtimali olan herkese vereceğimiz kendimize özgü bir tedavi yöntemi bulmuştuk
Başta dünyanın da umutlu bulduğu ama sonrasında işe yaramadığı hatta zararları olabileceği anlaşılan sıtma ilacı bizim hastanedeki başarımızın sırrıydı. Resmi açıklamalara göre, bizim hastalarımız dünyadaki diğer ülkelerdekilerden daha az zatürre oluyor ve daha az ölüyorlardı.
Ama bu ilaç hem ucuz hem işe yaradığı halde, çekingen ve tutuk bilim dünyası bir türlü gerçek değerini bilemiyordu.
Bizim salgın yönetimimizin salgının salınımına bir ölçüde izin vermek ama hastaları hastanelerden taşırmamak olduğu anlaşılıyordu.
Yaz aylarına kadar dişimizi sıkarsak bu iş bir şekilde bitecekti.
Dünyada hiçbir ülkenin uygulamadığı ve salgın biliminde önerilmeyen bir yasağı devreye sokarak, 65 yaş üzeri ve 20 yaş altı nüfusu aylarca evlerinde tuttuk.
O esnada kendi tanı testimizi de yapmaya karar vermiştik. Zaten, Fransa, Almanya, İngiltere’de kendi test kitlerini yapıyordu. Bizim test kitimiz hızlı olacak ve dünyaya satılacaktı.
Ancak kitlerin hızlandırılması için, virüs RNA’sının izole edilmesi sürecinde bazı değişiklikler yapıldı ki bu değişiklikler testte yalancı negatifliğe yol açıyordu.
Salgın bu erken evresinde, erken alarm sistemlerinin devrede olması gereken en önemli aşamada, hata payı yüksek olan test kitlerini kullanıyorduk.
Bir bilim kurulu üyesi bu durumu şöyle açıklıyordu:
“En büyük hatamız kullandığımız test kitlerine çok güvenmek oldu.”
Başlangıçta dünyaya sattığımız için bize kalmayan, bu yüzden çok kısıtlı yaptığımız test kitlerini satmaktan vazgeçsek de, bir türlü yeterince test yapmıyor bu yüzden de test et, tespit et, izole et yaklaşımını uygulayamıyorduk.
Sonra sıcak havanın pandemi potansiyeli olan bir virüse etkisi olamayacağı gerçeğini yeniden keşfettik.
İşe yaramasa da bizim nüfusa iyi gelen klorokini vermek üzere filyasyon ekiplerini evde tedavi ekiplerine çevirdik.
Bir süre vaka, bir süre hasta saydık.
Turkuaz tabloya baka baka, virüse kim bilir ne mutasyonlar yaptırdık.
Pandemiden taşan bu ikinci bahar mevsiminde, Tıbbiyelinin 14 Mart bayramını da anımsatalım.
Tıp tarihçisi Victor Robinson’a göre, tıbbın başlangıcı şöyle:
“Tarih öncesi çağlarda ormanda yankılanan ilk ağrı çığlığı, hekime gönderilen ilk çağrı idi.”
Biz, tıbbiyeliler, yerkürenin bu çığlığı için, bu 14 Mart gene okul bahçesinde olacağız.
Pandeminin, resmi bilgiye göre, ülkemizdeki ilk vakasının açıklanmasının birinci yılı.
Hekimlik mesleğini seçmişseniz, yalnızca size başvuran hastaları değil, yaşadığınız toplumun, ortak yaşama alanlarının hatta yerkürenin onarılması gereken hastalıklarını da onarmak ve yaşatmak içgüdüsü, omuz başınızdaki süreğen ince bir sızı gibi yoklar durur sizi.
Esin Şenol / T24
Kaynakça
Hafize ÖZTÜRK TÜRKMEN.TARİHSEL OLARAK KADIN ŞİFACILIK VE TIBBIN DEĞERLERİ.Historical Women Healing and Values of Medicine. https://dergipark.org.tr/en/download/article-file/643305
Alıntı: https://t24.com.tr/yazarlar/esin-senol/pandeminin-cografi-isaretleri-ikinci-bahari-ve-tibbiyelinin-bayrami,30179