Pandeminin ilk günlerinde kimi ülkelerin prenseslerinin, krallarının, başbakan eşlerinin, bakanlarının, tanınmış varlıklı kişileri ve Hollywood yıldızlarının da Covit-19’a yakalandığı haberleri geldiğinde “pandeminin sınıf farkı gözetmediği” yorumları yapılmıştı. Takip eden günlerde ilk şaşkınlık atlatıldı ardından yöneten ve varlıklı sınıf kendisini hızla korumaya aldı; bu kesimden gelen bulaş haberleri de giderek azaldı. Ancak pandemi, egemen sınıflar yani yönetenler ve varlıklılar için sadece bir sağlık problemi değildi; özellikle pandemi ile mücadele için temel kural olan “fiziksel mesafe”, kapitalist sistemin “üretim, finans, ticaret ve tüketim”den oluşan çarklarına çomak sokuyor, dönmesini engelliyordu. Bu bağlamda pandemi kapitalist sistemi tehdit eden bir mesele haline gelebilirdi. Üretimle birlikte ticaretin, finansın ve tüketimin durmasının; sistemi, eşi benzeri görülmemiş bir krize sokacağı aşikârdı.
İşte bu noktada yönetici sınıf bir karar vermeliydi: Ya pandemiye karşı toplum sağlığını önceleyecek ve bu konuda tıp biliminin gerekli gördüğü önlemleri alacak ya da sistemin çarklarının devam etmesi için toplum sağlığını göz ardı edecekti. Birçok ülke hükümeti ikinci yolu seçti; ilk etapta, ülkelerinde Covid-19 olduğunu görmezden geldi, hatta inkâr etti. Bu ülkelerden biri de Türkiye’ydi.
Mart ayının ilk günlerini anımsayın; salgın kapı komşularımızı -İran’ı, Yunanistan’ı- sarmış, Türkiye’ye “Bir an önce önlem alın!” uyarıları yapılmasına rağmen hükümet, uyarılara kulak tıkamış, hiçbir şey yokmuş gibi yaşam devam etmişti. Sağlık Bakanı 8 Mart’ta yaptığı açıklamada Dünya Sağlık Örgütü verilerine göre 104 ülkede virüs vakasının görüldüğünü “Türkiye’nin sıkı önlemlerle bu listeye girmemeyi başardığını” gururla ifade etmiş, ardından “Komşularımız ve Avrupa önlemlerde yavaş kaldı.” diye ekleyerek bıyık altından gülmüştü. Bakan, 9 Mart’ta yaptığı açıklamada aynı üslubu sürdürmüş ve “Eğer önlem almamış olsaydık, İtalya gibi olabilirdik” demişti. Bu süreçte koronavirüsü ağzına alan, hükümet karşıtı ilan edilmiş hatta Emniyet Müdürlüğü “virüsün Türkiye’de görüldüğüyle ilgili haber paylaşanlar” hakkında işlem başlatılacağını bile duyurmuştu. Aynı dönemde benzer biçimde Türkmenistan’da da otokratik iktidar, “koronavirüs” sözcüğünü yasaklayarak pandemiden korunmaya(!) çalışıyordu.
Türkmenistan’da hekim örgütleri bu yasaklamaya ne yanıt verdi bilemiyorum ama bizde İstanbul Tabip Odası (İTO), Emniyet Müdürlüğü’nün bu duyurusunun ardından “Yoksa Koronavirüsleri de mi Tutuklayacaksınız?” başlıklı bir bildiri yayımladı. İTO’nun “Tüm dünyayı saran salgın bir hastalıkla mücadeleyi Sağlık Bakanlığı yerine İçişleri Bakanlığı ve Emniyet Genel Müdürlüğü’ne havale edecek kadar akıl tutulması yaşandığı”nı belirten bildirisi aslında bu sürecin özeti gibiydi. Virüs haberlerinin paylaşılması engellense de, hükümetin hak, hukuk, adalet arayışında olan herkesi susturmak için kullandığı baskı yöntemi Covit-19’un ülkeye girişini engelleyemedi beklendiği üzere. Görmezden gelme, inkar, baskı, tehdit yöntemleri sonuç vermeyince Sağlık Bakanı, nedense bir gece yarısı- virüsün Türkiye’de de görüldüğünü resmen kabul etti.
Pandemiyi kabul etmek, bir takım önlemler almayı da zorunlu kılıyordu. Bu zorunlulukla hükümetler, bu önlemlerin sermayenin kârını en az etkileyecek şekilde düzenlenmesine çabalarken; kamu kaynaklarının sermayeye aktarılmasını içeren paketler açıkladı. Benzer anlayıştaki diğer ülke hükümetleri gibi AKP hükümeti de fiziksel mesafe koşulunu sağlamak için önce büyük sermayeyi doğrudan etkilemeyecek, okullar, üniversiteler, camiler, berberler, kafeler, lokantalar vb alanları kapattı. Buna karşılık fabrikalar, atölyeler, bankalar ve tüketim üssü haline gelen AVM’ler faaliyetlerine devam etti. Oluşan yoğun tepkiler sonrasında AVM’ler de bir süre sonra kapatıldı ama onlarca, yüzlerce emekçinin bir arada bulunduğu üretim, finans ve ticaret alanlarında faaliyetler sürdü. Dolayısıyla milyonlarca fabrika, banka, inşaat, kargo, market işçisi; cami minarelerinden “Herkes evde kalsın!” uyarıları yapılırken ciddi hiçbir önlem alınmaksızın kapitalizmin çarklarını döndürmek üzere yaşam hakları ihlal edilerek çalışmaya zorlandı. Zorlandı, çünkü çalışmayı kabul etmedikleri taktirde yaşamlarını sürdürecekleri gelirden yoksun kalacaklardı.
Dünyanın her yerinde olduğu gibi Türkiye’de de pandemi nedeniyle özellikle hizmet sektöründeki iş yerlerinden milyonlarca emekçi işten çıkartıldı, binlerce işletme kapatıldı. Böylece zaten yüksek olan işsizlik daha da arttı (TÜİK aksini iddia etmesine rağmen Türkiye’de de işsizlik, Cumhuriyet tarihinin en üst seviyesine yükseldi.).
Uluslararası Çalışma Örgütü (ILO)’nun Covid-19’un çalışma yaşamına etkileri raporlarına göre dünyada büyük çoğunluğu küçük ölçekli işletmelerden oluşan hizmet sektöründe istihdam edilen 1.25 milyar emekçi, pandemi nedeniyle ya işsiz kaldı ya da iş güvencesini kaybedip daha kötü koşullarda çalıştırıldı. Tüm bunlara örgütsüzlük nedeniyle mücadele edilememesi de eklenince emekçiler, virüs kapma ve çevresindekilere de bulaştırma tehlikesi altında, yaşam pahasına çalışmak zorunda bırakıldı.
Şüphesiz, bu süreçte sağlık emekçileri en olumsuz etkilenen gruptu. Neoliberal politikalarla birlikte piyasalaşan sağlık sisteminin, toplumsal bir sağlık sorunu olan pandemiye karşı direnç gösterebilmesi mümkün değildi. Zira sağlık sistemini piyasalaştıran, özelleştiren ya da daha öz ifadesiyle metalaştıran dönüşüm, devlet aygıtını idare eden siyasi iktidarın, sosyal devlet döneminden kalan “toplum sağlığı”na ilişkin sorumluluklarını da terk etmesine neden olmuştu. Dünyanın hemen tüm ülkelerinde her kademedeki sağlık kurumu, sağlığın metalaştığı piyasada daha yüksek kâr edinmeyi amaçlayan alanlara yöneldi; toplum sağlığını ilgilendiren ama “kâr getirmeyen” (halk sağlığı, epidemiyoloji vb) uzmanlık alanları büyük ölçüde ihmal edildi. Öte yandan özelleşen ya da ticarileşen sağlık kuruluşları, en az maliyetle en yüksek geliri elde etme anlayışı içinde sağlık çalışanlarını bir maliyet unsuru olarak görmeye başladı. Bu nedenle bir tarafta personel sayısı azaltılırken, diğer taraftan sağlık emekçileri -tıpkı diğer emekçiler gibi- en düşük ücretle en yüksek verimi sağlamaya zorlandı. Başka bir değişle esnek ve güvencesiz çalışma, performans değerlendirmesi gibi neoliberal emek rejiminin kuralları sağlık alanında da uygulandı. Böylece pandemiye karşı “kâr etmek üzerine kurulu bir sağlık sistemi” ile mücadele edilmek durumunda kalındı. ILO’ya göre dünyada 136 milyonu bulan sağlık çalışanlarının büyük bölümü tüm bu yetersizlikler içinde adeta savaşın ön saflarına sürülmüş oldu.
Türkiye’de de durum farklı olmadı. Neoliberal dönüşüm sürecinin sağlık sisteminde yarattığı tahribat, pandemiyle birlikte alenen ortaya çıktı. Bulaşla mücadelenin bilimsel temele dayanmayan yöntemler devreye sokularak yönetilmeye çalışılmasıyla daha da artan sağlık sisteminin yükü, çalışanlarının üzerine yıkıldı.
Yönetici ve varlıklı sınıf, sistemin çarklarının durmaması için emekçi sınıfı çalışmaya zorlarken, gözden ilk çıkarılanlar sağlık emekçileri oldu. Son derece ağır iş yükü altında, kendileri ve yakınlarının yaşamını da riske atarak çalıştılar ama karşı karşıya oldukları riskleri azaltacak, yaşam koşullarını bir nebze olsun kolaylaştıracak talepleri dahi geri çevrildi. Virüs bulaşan sağlık çalışanlarının çeşitli biçimlerde cezalandırıldığına bile tanıklık ettik.
Sonuç olarak bulaşın başından beri onlarca sağlık çalışanı Covid-19 nedeniyle yaşamını kaybetti, kaybetmeye de devam ediyor. Sağlık çalışanları günden güne sistemin üstlerine yıktığı pandeminin yükü altında tükeniyor; olanağı olan emekli oluyor ya da istifa ediyor; olmayansa hastalığa yakalanma sırasının her an kendisine geleceği kâbusuyla ve tükenmişlik sendromuyla çalışmaya devam ediyor. Her iki durum da pandemiyle mücadeleyi daha zorlaştırıyor.
Diğer emekçi kesimlerde de durum farklı değil, sağlık çalışanları kadar olmasa da hijyen, maske, fiziksel mesafe gibi şartların sağlanmadığı koşullarda milyonlarca insan çalışmaya devam ediyor ve sosyal yaşam içinde ailelerinin yanı sıra birçok kişiyle temas ediyor. Yani Sağlık Bakanı’nın her akşam dikkat edilmesini istediği koşullara uy(a)mayan ve pandeminin yaygınlaşmasından sorumlu tutulan yurttaşlar, aç kalmamak için yapılmaması gereken ne varsa yapmak zorunda kalıyor!
Yönetenler ve varlıklılar, pandemi nedeniyle kârları düşmesin, kapitalizmin çarkları dönmeye devam etsin diye sağlıkçılar başta olmak üzere tüm çalışanların yaşam hakkını açıkça ihlal ediyor. Bununla da yetinmeyip, pandemiyi fırsata çevirip, toplumun kabullendirmekte zorlandığı, onaylamadığı… birçok meseleyi yaşama geçirmeye çalışıyor. Bu fırsatların en başında çalışanları tamamen güvencesiz hale getirecek “esnek çalışma rejimi” yer alıyor. Müstakil Sanayici ve İşadamları Derneği (MÜSİAD)’ın “İzole Üretim Üsleri”, Metal Eşya Sanayicileri Sendikası (MESS)’in “MESS SAFE” projesi ve özellikle hizmet sektöründe yaygın olan “evden çalışma” uygulamaları gibi emek maliyetini düşürecek ve emeği daha sıkı denetim altına alacak esnek çalışma yöntemleri, pandemiyle beraber kalıcı hale getirilmek isteniyor.
Sermayenin “pandemiyi fırsata çevirme” projelerinden bir diğeri de eğitim sisteminde. Milyonlarca öğrenciyi, eğitimciyi pandemiye karşı bilimsel dayanaklarla yapılan uyarıların tümünü hiçe sayarak LSG ve YGS’yi yapmakta beis görmeyen Milli Eğitim Bakanlığı, yine pandemiyi gerekçe göstererek uzun süredir üzerinde çalıştığı “okulsuz, öğretmensiz uzaktan eğitim” projesini kalıcı hale getirmenin yollarını örüyor.
Sonuç olarak, kapitalist dünyanın bütününde olduğu gibi Türkiye’de de Covid-19 ölümcül bir pandemi olmanın ötesinde, sistem için bir tehdit olarak görülüyor ve bu tehdide karşı toplum sağlığını korumaya yönelik bilimsel yol ve yöntemler yerine bir avuç sermayedarın ve siyasi iktidar sahibinin “bekası”, öncelik haline geliyor. Bu da sınıflar arası çelişkiler üzerinde yaşam bulan kapitalizmin gerçek yüzünü tüm çıplaklığıyla ortaya seriyor.
Muktedirin varlığını sürdürebilmesi için milyarlarca insanın yaşamını feda eden kapitalist sistem içinde -kendisini farklı biçimlerde tanımlasa da- emekçi kesimlerin etkisi son derece zayıf. “Sınıf temelli örgütlülüğün olmaması”nın sonuçlarından biridir bu. Böylesi bir mücadelenin olanakları sağlanamadığı ve sermaye sınıfı karşısında güçlü bir aktör olunamadığı sürece, sermayenin emeği, doğayı daha fazla sömürmek için pandemi, deprem, sel vd felaketleri fırsata dönüştürdüğü/dönüştüreceği tabloları değiştirmek mümkün olmayacak maalesef…
Özgür Müftüoğlu
Özgeçmiş: 1966 yılında Eskişehir’de doğdu. 1989 yılında Marmara Üniversitesi’nde akademik yaşama başladı. Sosyal politika ve Çalışma İktisadı alanlarında çalışmalar yaptı. 2017 yılında Barış İçin Akademisyenlerin “Bu suça ortak olmayacağız” bildirisine imza verdiği için KHK ile üniversiteden ihraç edildi.