Büyü bozumu

I.

Bu ayrılığı nihayet başarabilmiştim. Heyecanlıydım. Pencereyi açıp sokaktan gelip geçenleri izledim uzun bir süre. Planlar yaptım. Dilediğim gibi gezecek, tatillere gidecektim. En kısa zamanda bir fotoğraf makinesi alacaktım. Arada bir, bütün geceyi dışarıda geçirecek, canımın istediği kadar içebilecektim. Belki bir yelkenliyle denize açılacak, birkaç ay dönmeyecektim. Sevgililerim olacak, ama asla bir kadına bağlanmayacaktım. Bunları düşünmek bile iyi hissetmeme neden oluyordu.

Rahatlamıştım. Yaşayacağım yere çeki düzen vermeliydim. Evden ayrılırken bir koli ve bir valize sığdırdığım eşyalarım salonun ortasında, yerleştirilmeyi bekliyorlardı. Önce koliyi açtım. Kitapları alta, müzik albümlerini üste koymuştum. En üstte duran albümü görünce kalbimi bir el sıkıp bıraktı. Sezen Aksu. Naz’ın hayran olduğu sanatçı. Kutusundan çıkarıp teybe yerleştirdim. “Seni pamuklara sarmalar sararım, ne bedel isterim ne hesap sorarım… Kaldı mı böyle kadınlar? Bana çoğu -sürekli isteme-hastalığına yakalanmış gibi geliyor. Üstelik bu hastalık, korkunç bir salgın gibi, hızla yayılıyor”. Müziğin sesini biraz daha açtım. “Zaman ne kadar da çabuk geçiyor”. Yeni evlenmiştik. Henüz mesleğin ilk yıllarıydı. Ev kirası, mobilyaların taksitleri derken ay sonunu güç bela getiriyorduk. Eve dönerken bir -kazı kazan- almıştık. “Eee ben kadın doğumcuyum, kazıyıp kazanıyorum, ne de olsa” demişti. Haklıymış. O gün için iyi bir para çıkmıştı. Sokağın ortasında kahkahalar atıyorduk. O parayla hemen gidip güzel bir yemek yedik, kalanıyla da bu albümü satın aldık. Hem eğlenceli, hem inatçının biriydi karım. Bir gün “Nihat Usta” isimli bir köfteciyi aradık saatlerce. Aslında önünden defalarca geçtik ama içeriye giremedik. Çünkü Israrla “Nihatus” diye tutturmuştu.

Diğer albümleri koliden çıkarıp televizyonun altındaki çekmeceye yerleştirdim. Sanki ortalık düzenli olursa benim yaşamım da düzene girecekmiş gibi hissediyordum. Bu arada “Ben sende tutuklu kaldım, kendi hayatımdan çaldım..” diyordu Sezen. Kaç yıldır istemediğim bir düzende tutuklu kalmıştım. Yaşam ilkelerimden, düşüncelerimden fazlasıyla ödün vermiştim. Üstelik bu gönüllü esaret değildi. Kendi hayatımdan çalıyordum düpedüz. Düşündükçe daha çok sinirleniyordum. Biraz ara verdim. Bir kahve hazırladım.

Kitaplara sıra geldi. Onları yerleştirmek, düzene koymak bana her zaman keyişi gelirdi. Kitaplığın tozunu almayı kimseye bırakmazdım. Saatlerce oyalanır, eski kitapların genzi yakan kokusunu içime çekerdim. Her birinin sayfalarını karıştırır, bazılarını yeniden okumak isterdim. Kolinin içindeki kitapları görünce yine aynı heyecana kapıldım. Ravel’in Bolero’sunu düşündüm. Ritmik bir şekilde tekrarlayan dokuz nota. Fakat her tekrarda yeni bir enstrüman katılıyordu ve daha da güzelleşiyordu. “Her bir kitap bir enstrüman yaşamımı renklendiren”.

Kitaplardan en üstte olanını aldım. “Bir Şehre Gidememek”. Kapağını elimle birkaç kez okşadım. “Yıllar sonra insanın yapabilecekleriyle değil, yalnızca yapabilmiş olduklarıyla yaşayacak olması”…Otuz altıncı sayfa, ikinci paragraf. Altını defalarca çizmişim, kim bilir kaç kez okumuşum. Kitabın satırları arasında yeniden dolaştım. Mario Levi gözümün önüne geliyordu. Masada, öne eğilmiş, haŞf kamburu çıkmış. Nedense daktilo veya bilgisayar değil de el yazısı kullanıyordu. Aslında bir söyleşide anlattıklarını dinlemiştim. Yoksa orada “el yazısı kullanıyorum” mu demişti? Hatırlamıyordum. Ama “Deneysel roman”la ilgili bir soru sorulmuştu da sıkıntısını hissetmiştim. Yazan kişinin bir derdi olmalı demişti. Sizin derdiniz ne onu düşünün. O an yüzüme bir gülümseme yayıldı. Anladım, yaşamın içinden olmalıydı ve doğallık içermeliydi yazılar. Dostoyevski yazılarını yazarken edebi akımları düşünmüş müydü? Ya da Marquez. Yoksa insan ruhunu çok iyi tanımanın, kültürlerinin, yaşadığı sosyal çalkantıların, hayatın onlara sunduğu yoksullukların, acıların, hastalıkların içinden mi çıkmıştı o yazarlar? Kimse onlara “Hadi bakalım moda postmodernist yazılar yazmak, öyle yazın” demiş miydi? Ya da moda, deneysel roman, okuyun taklit edin… Sanmam.

Evde, kitaplığın başında, kim bilir kaç kez konuşmuştuk bunları. Tanıdığım en iyi okurlardan biriydi. Babası polis. Lise yıllarında, 1980 öncesi, ortalığın kan gölüne döndüğü dönemlerde, evlerine kolilerce yakılacak kitaplar gelirmiş. Benim sevgili karım gizli gizli okurmuş onları. “Babam duysa kulaklarımdan tavana çiviler” derdi. O günlerden kalma alışkanlık sanırım loş ışıkta kitap okumaya bayılırdı. Gözleri altı derece miyop. İki yıl önce çizdirdi de kurtuldu gözlüklerden. Daha güzel olmak içindi, “Böyle daha güzel oldun” deyince de kızıyordu. “Ne yani eskiden çirkin miydim?”. Kitaplarını kimseye vermezdi. Bana da bulaştırmıştı bu hastalığını. Kitaplarımı raşara özenle sıraladım. Biraz gerileyip uzaktan izledim. Nihayet her şey düzene giriyordu. Memnundum.

Sıra giysilerimi yerleştirmeye geldi. Bavulun kapağını açtım. Uzun kollu beyaz gömlek. “Allah kahretsin!” Hemen kapadım. “Naz bunu çok sever, ne yapıyor acaba şimdi, evde mi?” Salonun içinde birkaç kez dolaştım. Artık rahattım veya öyle olmalıydım. İstediğim gibi yaşayabilirdim. Bunları düşünürken sessizliği telefonun sesi böldü; -Efendim,
-Abi iyi misin?
– İyiyim, neden sordun?
– Size uğrayacaktım, evi aradım, Naz bir şeyler anlattı, hayırdır?

– Hayır, hayır….
– İyi düşündün mü?,
– Oğlum, düşünmeden böyle bir karar verilir mi, tabii ki düşündüm

– Ben de senin bütün yakınmalarına rağmen, ona derin bir saygın olduğunu, vazgeçemediğin, sevdiğin şeyler olduğunu düşünürdüm hep…

– Orası öyle,
– Nasıl yani?
– Öyle işte… Ama çok bunaldım. Biraz ayrı kalalım dedim kabul

etmedi, nefes alamıyorum anlasana, yaşamımı onu mutlu etmeye çalışarak geçiriyorum, ama boşuna. Bunu anlamadığı gibi, dırdırlarıyla başımın etini yiyor. Sıcaklığı, şefkati unuttum zaten.

– Abi neden konuşmadık bunları daha önce.

– Konuşmadık işte…
– Buluşalım mı?
– Şimdi değil, eşyaları yerleştiriyorum, sonra da arabayı servise götüreceğim

– Peki tamam, ara beni.
– Görüşürüz…

II.

İki gün önceydi. Önce bir mail yazayım dedim, sonra vazgeçtim. Öyle kaçar gibi evden ayrılmak olmazdı. En iyisi konuşmaktı. O akşam yine kavga etmiştik. Bütün gece ağlamıştı. Sabah mutfak masasında oturduk. Bir süre hiç konuşmadık. Sonra, gözlerine bakamadan kısaca anlattım duygularımı. Artık evli kalmak istemediğimi ve akşam eve gelmeyeceğimi. Üzgündü. Yorgundu. Geri döndürmeye yeltenmedi. Bir daha görüşmemek üzere vedalaştık.

“Evlilik tehlikeli şey. Büyü bozumu”. Nikahta keramet Şlan yoktu, baştan sona bir kıyım olayıydı. Çünkü evlendikten bir süre sonra her şey tersine döndü. Sihirli bir değnek dokunuverdi bize. Ama ucundan yıldızlar yerine sıkıntılar saçılıyordu. Son birkaç aydır karımın yanına zorla, bacaklarımı kırbaçlayarak gidiyordum neredeyse. Huzursuzdum. Yorgundum. Ayrılık ve bağımsızlık sürekli kapımı aşındıran sabit bir Şkirdi artık. Bu düzende fazlasıyla uzun kalmıştım. Gereğinden çok ödün vermiştim, üstelik bir hiç uğruna. Artık gönlümün dilediği gibi yaşayacaktım. Ve kesinlikle o yaşama geri dönmeyecektim.

III.

Giysileri sonra yerleştirmeye karar verdim. “Çekmişim isyan bayrağını, dalgalanır başımda hür, sen diken

sal üstüme üstüme, bende deste deste gül”. Müziği kapattım. Sanki acelem varmış gibi evden hızla çıktım. Arabanın -yağ lambası- ışığı yanıyordu. Servise gitmeliydim. Çevre yoluna doğru yöneldim. Bir baktım araba şehir merkezine doğru gidiyor. “Allah kahretsin, ne çok alıştım şu lanet olası yola!” İlk ayrımdan tekrar çevre yoluna girdim. “Neden o kadar yolu gidiyorum ki”. Aslında merkezde de gösterebilirdim. Bir benzin istasyonunda yağ koydurabilirdim. Yeniden merkeze döndüm. TraŞğin sinir bozucu haline alışmıştım. “Her akşam aynı, hiç düzelmeyecek”. Yavaş yavaş ilerliyordum. Işıklar, ışıklar derken bir baktım, benzin istasyonunu geçmişim. Evin yokuşundayım. Hemen kenarda durdum. “Hayır, bunu yapmamalıyım, Oğlum Gökhan sen istedin ayrılığı, kendine gel!”.

Yan yollardan geri dönüp tekrar çevre yoluna girdim. “Biri beni takip etse bu adam delirmiş diyecek”. Arabaya yağ konulurken bir kahve, iki çay içtim. Çıkışta Erdal’ı ararım diye düşündüm. Biraz konuşmak iyi gelecek. Naz ile arası iyiydi. Ona sormayı düşündüm nasıl olduğunu. “Neler yapıyor acaba, bu hafta izinli, mutlaka evdedir, gidip kapıyı çalsam ne yapar acaba, kapıyı yüzüme mi kapar, senin ne işin var burada, yetti artık mı der!” Servisten çıktım. Erdal’ı aradım, sözleştik. Sanki acelem varmış gibi hızlanıyordum. Araba kontrolümden çıkmıştı. “Nooluyor sana oğlum, aklını kaçırdın galiba, ne yaptığının farkında mısın?”. Bir yandan kendimle konuşuyor bir yandan gaza basıyordum. Daha da hızlanıyordu. Sanki peşimden biri kovalıyormuş gibiydi. Karmakarışıktı kafam, şaşkın, heyecanlı. “Kırk tane tilki birbirini kovalıyor, deliriyorsun, kuyruklar karıştı birbirine”. Evin kapısında buluverdim kendimi. Merdivenleri birer ikişer çıktım. Kapıyı çaldım. Naz karşısında beni görünce durdu, öylesine kalakaldık bir an. Hiçbir şey sormadı, yalnızca kapıyı biraz daha aralayıp yolu açtı.

 

Öykü / Dr. Nurhan Şahinkaya

 

Hekimce Bakış 72. Sayı