‘Elli altı yaşına gelince 1968 yılının Bandırma sokaklarını yazacaksın’ deseler güler geçerdim. Olmayan arabalar için dökülmüş asfaltları, hiç gelmeyecek gemiler belki günün birinde gelir diye denizden çalarak yapılan limanı, fayton ve at arabalarının ortalığa sıçan atlarını, tren yolundaki tünelin ikide bir çökmesini mi anlatacaktım? Ya da her sabah ilkokulun bahçesindeki kazanda kaynatılarak hepimize zorla içirilen sütlerin Amerikan yardımı süt tozları ile hazırlandığını, sağlıklı ve dinç kalalım diye büyüklerimizin Amerika’dan yardım aldığını mı anlatacaktım?
Benim Bandırma hayallerimde bunların hiçbirine yer yoktu. İnsanoğlu tuhaf yaratıktır. Acıları bal eylemekte pek mahirdir. Hele bir de çocukluğunu doya doya yaşamışsa! Öfke ve ihtiras basitliğin, sıradanlığın madalyonudur. Takanı küçük düşürmekten başka bir işe yaramaz. Anlatacaklarımı okuyunca hak vereceksiniz.
Bülent Bilgiç’e
BÖLÜM I
OKUL ÖNCESİ
“KERNEK ÇAYI KÖPÜRE KÖPÜRE AKAR”
1966, 19 Ağustos, Malatya, dört yaşındayım…
Hava çok sıcak, ama her zamankinden farklı, buğulu bir sıcak var. Evde daha önce rastlamadığım bir telaş duvarla çarparak ayaklarıma dolanıyor. Tanımadığım teyzeler yanaklarındaki kıllı, iri, kara benleri saklamayı hiç akıl etmeden, Kürtçe bir şeyler konuşarak oradan oraya koşuşturuyor. Anneannem de kâh önlerinde, kâh arkalarında bir mutfağa, bir salona gidip geliyor. Elindeki ıslak bezlerden sızan su kırmızı halımızın üzerine şıp şıp damladıkça ağlayacak gibi oluyorum. Annemi salonun karanlık köşesine yatırmışlar. Alnını siliyorlar, yine terliyor, siliyorlar yine terliyor… Bağıracakmış da utanıyormuş gibi dişlerini sıkıyor sık sık. Neden acı çektiğini bir türlü anlamıyorum. Babam az önce işten gelmişti. Beni gezmeye götürmek için geldiğini söylediler.
‘Bugün işten erken döndü nedense, komutanı kızmasa bari!’ Annem acı çekerken babam için endişeleniyorum.
Kernek Çayı köpüre köpüre akar, Kernek Çayı deli akar derler, babam da öyle diyordu. Hatta bir seferinde beni de kapıp götürecekmiş de annem kurtarmış. Kadınlar çay kenarında çamaşır yıkarken ben de onlara uyup ayakkabılarımı yıkamaya yeltenmişim. Yeltenmişim diye anımsamadığımdan söylüyorum. Bunu bana annem, karnı şişmeye başlamadan önce anlattı. Ayakkabı elimden kurtulup suya gidince ben de arkasından, hoop Kernek çayına! Son anda görmüşler de çekip çıkarmışlar. “Ayakkabım gitti!” diye çok ağlamışım. Horoz şekeri almasalar yine de susmazmışım ya, horoz şekerine bayılıyordum.
Köprüde yürürken babam elimden tutuyor diye kendimi güvende hissediyorum( Dört yaşında bütün çocukların babaları iri elli olur). Bir fırsatını bulup kolunu çekiştirerek,
” Baba bizim evde neden yaşlı teyzeler var bugün? Annem hasta mı oldu yoksa?”
diye sordum. Duymazdan gelip köprünün az ilerisindeki çalgılı gazinoyu işaret etti, yüzüme bakmamaya çalışıyordu.
“Bak gördün mü? Gazinoda konser veriyorlar. Hadi gel seyredelim, hem sana renkli gazoz da alırım!”
Gözündeki endişeyi saklamaya çalıştığının farkındaydım. Beni kandırmaya çalıştığını anlasam da bunu ifade edebilmekten henüz uzaktım.
Gazoz da gazozdu hani… Renkli gazozu sırf çocuklar dünyadan zevk alsın diye icat etmişler diye düşündüm. Damağıma değer değmez ağzımın içinde binlerce minik balon patladı. Her bir baloncuktan portakal tanecikleri fışkırıyor, ağzım zevkle kamaşıyordu. Babam oturduğu sandalyeden hiç kalkmadan sigara üstüne sigara yakıyordu. İkide bir beyaz kadranlı Hislon marka saatine bakınca, ben de anlayacakmışım gibi yan gözle saate bakıyordum. Küçük kol dördü biraz geçmiş, büyük kol beşin tam üzerine oturmuştu.
” Hadi bakalım delikanlı, eve dönme vakti.”
“Gazozum çoktan bitti, dönelim tabii.” Yolda yürürken babamın elini bırakmıyordum.
Kapıdan girer girmez beni bırakıp salona seğirtti. Kadınların yüzünde kırmızılı pembeli, minik tomurcuklu güller açmıştı. Anneannem beni görünce kucaklayıp bağrına bastı. Anneannem öptü mü çok güzel, çok sıcak öpüyordu. Kucağındayken göz ucuyla annemi araştırdım. Salonda yoktu. Ağlamak üzereydim. Titrek bir sesle,” Annem nerede anneanne?” diye sordum.
“Gel hadi, onların yanına gidelim!”
Oh çok şükür, bir yerlere gitmemiş demek. Onlar da kim? Annem yalnız değil demek ki diye düşündüm.
Yatak odasında yatarken buldum onu. Kucağındaki kundakta yumuk yumuk bir et parçası fark ettim. İkide bir, yerinde duruyor mu diye dönüp ona bakıyordu. Beni görünce solgun yüzü aydınlandı:
“Oğluma kardeş gelmiş. Gel de öp bakalım kız kardeşini!”
İnsanın şaşkınlıktan donup kaldığı – tam anlamıyla – durumlar çok azdır ya da ben öyle biliyorum. Şaşkınlıktan donup kalmıştım. Annemin karnından bir bebek çıkmıştı demek – daha önce bu konuda hiç bilgilendirilmediğim için şaşkınlığım katlanmıştı – ve ben onu öpmek zorundaydım. Hadi canım, ne öpmesi? Neredeyse kıskançlıktan yarılmak üzereydim. O anda minik kafamda sayısız suikast planı yapmaya başladım. Kucaklarmış gibi yapıp boğsam mı acaba? Sonra onlar da beni boğsun değil mi? Hemen vazgeçtim. Kızı kucağımdan alamıyorlar. Çok güzel bir bebek, saçları sapsarı, tombik elleri yumuk yumuk, ne güzel! Gözlerini açamadığı için göremedim ama nedense mavi gözlüdür diye düşündüm. Anneme sordum.
“Daha belli olmaz o!”
Öpüyor, öpüyor, öpüyordum. İnsanın kardeşi olması ne güzel şeymiş, renkli gazoz şişesi kucaklamak gibi bir şeydi. O gece altıma işedim. Sonraki geceler de… Birkaç ay sonra geçip gitti. Artık kız kardeşimi çok ama çok seviyordum.