1972, 29 Ekim, Cumhuriyet Meydanı…
“Oğlum, çekiştirip durma şu eldivenleri. Tören bir saat sürecek en fazla. Dayanıver o kadar da…”
Dayanayım dayanmasına da, ellerim daha şimdiden pide gibi şişti naylon eldivenlerin içinde. Şapka da kafamda abajur gibi duruyor. Şaziye ablanın evinde gördüğüm sarı abajura benziyor. Yandığını hiç görmediğim, ama misafir odasının başköşesine kurulan o meşhur abajur var ya, onu diyorum. Gördüm dediysem yanlış anlamayın sakın. Şaziye ablanın misafir odası yalnızca misafir geldiğinde açılır. Biz misafir sayılmadığımız için annemle arkadaşlarını salonda oturtuyor. Birkaç sefer dalgınlığına gelmiş olmalıydı ki, odanın kapısı yarı açık kalmıştı. Elimdeki topacı sinsi gibi odanın köşesine atmıştım da arama bahanesiyle sızıp odayı incelemiştim.
Hâlâ aklıma gelince odanın ağır kokusunu anımsıyorum. Küfle karışık yalnızlık, havasızlığa boğulmuş kasvet, kalın kadife perdelerin arasından sızan ana baba yokluğunun kokusu… Şaziye abla, her zamanki gösterişli bonkörlüğü ile – o nasıl oluyorsa artık – meyve tabaklarına milimetrik bir özenle dizdiği mandalina, elma, armut dilimlerini bozmamaya gayret ederek mutfak kapısında göründü. Beni odada görünce tabakları akrobat çevikliğiyle sehpalara bıraktı. Sakin kalmaya çalışırken, hiç de sakin olmadığını belli eden cırtlak bir ses tonuyla haykırdı:
“Leveeenntt, ne konuşmuştuk ama, ne konuşmuştuk ama, ne konuşmuştuk ama…”
Plak takılmıştı bir kere. Onun bu huyunu bilenler gülmeye başladı. Annem yarı mahcup, yarı muzip,
“Körolmayasıca senii! Çık çabuk ablanın misafir odasından. Ay Şaziye, dur ben çıkarayım onu”
diye oturduğu sedirden doğrulmak istedi. Sesime Kemalettin Tuğcu romanlarındaki öksüz çocuğun sesini vererek boynumu büküp,
“Topacım kaybolmuştu Şaziye abla. Buldum, bak. O resimdeki kim Şaziye abla?”
diye sorarak konuyu benden uzaklaştırmaya çalıştım. Salonun duvarına asılı duran siyah beyaz resimde pos bıyıklı, şişman, iri yarı bir adam sırıtıyordu. Şaziye abla ağlamaya başladı. Annem mahsus yaptığımı biliyordu. Ağzını yüzünü şekilden şekle sokup büzüştürerek eve gidince yapacağı işkenceleri müjdeliyordu.
Mübeccel teyze, armudunu ısırınca son cümlesi ağzında yuvarlanıverdi: “Ayyggh, oğlanın yavrukurt formasını ne yapacağımı bilemedim ben de.” Bilemedin mi? Ben biliyorum ne yapacağımızı Mübeccel teyze. Daha bir hafta önce öğretmen bahsetmişti. 29 Ekim törenlerinde yavrukurt olmak isteyenler aileleriyle konuşsun demişti. Ama yavrukurt giysilerini satın almak zorundaymışız. Teneffüste sadece bu konu tartışıldı. Her zaman en saçma yorumları yapan Özkan saçmalamakta gecikmedi:
“Yavrukurt olanları mahalle maçlarında hiç yedek yapmıyorlarmış beyler. Babama söyleyip hemen aldıracağım formalardan. ”
Arabacı Necdet(babası at arabacıydı) atıldı:
“Atma lan sümüklü Özkan. Sen anca beşten gol yemeyi bilirsin ahaha”
Özkan bacak arasından gol yemesiyle Bandırmalı çocuklar arasında nam yapmış bir kaleciydi. Kaleye geçirecek adam bulamayan mahalle takımlarının kalesine geçmeye gönüllü olmasıyla ünlüydü. İçimizdeki en aklı başında çocuk Oktay’dı.
“ Yavrukurt forması zengin işi sadıçlar. Hiç heveslenmeyin. Bu sene de bayrağın arkasında kös kös yürüyüp dağılırız evlere.”
Teneffüs zili çalınca, kısa süren yavrukurt olma hayallerimizi noktalayıp derse girdik. Üçgenin iç açılarının toplamı 180 dereceydi.
Eve gidince hemen propaganda faaliyetlerine giriştim. Yavrukurt olunca başımın göğe ereceğine inandırdım onları. Babamın karşı oyuna rağmen oy çokluğuyla- annem ve benim oylarımla. Kardeşim henüz fikir belirtemeyecek kadar küçük olduğu için onu şaplağımla ikna ettim- Mübeccel teyzeden formanın istenmesine karar verildi. Bir hafta boyunca annemin başının etini yedim. Sonunda Cumartesi pazarından dönerken evlerine uğrayıp formayı kaptı. Annem terziydi. Harun benden üç yaş büyük bir çocuktu. O zamanlar Bandırma’nın en iri yavrukurdu o olmalıydı. Bu gerçeği formayı ilk giyişimde anladım. Bu işte bir tuhaflık vardı. Forma, bir yavrukurt için değil de, azman bir kurt için dikilmiş olmalıydı. Annemin sabırlı çabaları sonunda forma üzerime olacak hale getirildi. Fakat şapkaya çözüm üretemedik. Şapkanın yerli yerine oturması için kafama bir top sargı bezi sarma önerimi kahkahalar eşliğinde reddettiler.
yine görkemliydi. Protokole ayrılan bölümün önünden selam durarak geçtik. Şapka gözüme düşmesin diye kafamı gereğinden fazla kaldırarak gururla yürüyordum. Kafamı öyle kaldırmıştım ki gökyüzündeki kuşları sayarak yürüyebildiğimi o anda keşfettim. Annemin el salladığını da bu yüzden fark edemedim. Havalara bakarak yürümenin olumsuz yanlarından biri de önünüzde yürüyenin yavaşlayıp yerdeki yirmi beş kuruşu almak için eğildiğini fark edememenizdir. Bir anda önümde flama taşıyan çocuğun sırtına çıkmıştım. Kaymakamın önünde yerlerde yuvarlanan iki yavrukurt! Biri flamalı, biri flamasızdı ve kafasından inip suratına geçmiş şapkasıyla avanak gibi bakınırken flamalının yumruğunu çenesinde hisseden yavrukurt bendim.
O kış boyu yavrukurtluk kurumunun ne kadar gereksiz bir şey olduğunu herkese anlattım durdum. Kimse inanmadı tabii. Meçe abinin kantininden simit alırken kendimi dışlanmış hissediyordum. Oysa herkesin derdi simitler tükenmeden almaktı.