Sadaret makamından gönderilen birbirinden pahalı kumaş toplar terzihanede elden geçirilerek kırışıklıkları düzeltildi. Sonra her bir gemi için ayrı renklerde seçilen kumaşlar, Sümbül Efendi ve onun tabiatına uygun iki yardımcısının nezaretinde tıpkı kınalı gelinleri düğüne hazırlar gibi, kalyonlara çepeçevre giydirildi. Şimdi beş güzel gemi üzerlerine örtülen parlak, renkli kumaşlarla serin Haliç sularının üzerinde şıkır şıkır parıldıyordu. Tenzil merasimi bittikten sonra kumaş parçaları, gemilerin inşasında emeği geçen mühendis, ustabaşı ve ustalar arasında vazifelerinin ağırlığına göre Kaptan Paşa tarafından paylaştırılacaktı. Buna ’avize âdeti’ deniyordu. Şefik bu bölüşme meselesi yüzünden birbirine küsüp ebedi dargınlıklar yaşayan ustalar görmüştü. Bir hediyeyi bölüşmeyi bile beceremeyen, böylesine halisane hislerle yapılan hayırlı bir işten bile kıskançlık, kin, küskünlük çıkaran bir güruhla çalışmaktan hicap duyuyordu.
Sümbül Efendi vazifesini nihayet sona erdirmişti. İşini yaparken gözü başka bir şeyi görmezdi. Yanındaki adamlarına cırlak sesinin en tiz perdesinden bağırıp çağırarak yakası açılmadık küfürler savurur, işin layığıyla bitirildiğinden emin olmadan bir türlü rahata eremezdi. Yaptığı işten o kadar memnundu ki, biraz ileride kendisini ve ekibini müstehzi bir ifadeyle seyreden Şefik Bey ve adamlarıyla göz göze gelince içi bir hoş oldu. Onlara doğru kırıta kırıta yürüdü; önce Mehmet’e yiyecekmiş gibi bakıp sonra Selamet’i süzdükten sonra Şefik Bey’e takıldı:
“Bakıyorum da eratın iyisinden anlıyorsunuz kumandan bey. Bizde nerede öyle şans? Elimdekileri toplasan hepsi bir uzun Mehmet etmez. Biraz da bana gönderin şunu da işimiz kolaylasın olmaz mı?”
Selamet gülmemek için kendini zor tutuyordu. Şefik bir şeyler mırıldanacak olunca, Mehmet hem onu hem de kendini aç kurdun pençesinden kurtarmak için atıldı:
“Şeyy, komutanım, Dilaver Paşa odanızda bekliyordu, hatırlatmamı istemiştiniz.”
Şefik geç kalmasından kendisi mesulmüş gibi yalancıktan telaşlandı:
”Ehh, bize müsaade Sümbül Ağa, eline koluna sağlık. Pek güzel oldu gemilerimiz sayende. Kal sağlıcakla, hadi bakalım,”
Selam verip arkasına bakmadan odasına doğru yürüdü. Selamet, yol boyu Mehmet’i çimçikleyip durdu. Uzun, bozulmuştu bozulmasına ya, Sümbül de pek parlak oğlandı hakikaten. ‘Allah sahibine bağışlasın’ diye geçirdi içinden. Selamet, bu sefer de kulağına eğilip tısladı:
”Oğlum var ya, ben senin yerinde olsam hemen karar vermezdim. Sümbül’de çok para var. Sende de onun istediğinden. İyi düşün derim.”
Mehmet çirkin bir domuz yavrusu görmüş gibi baktı Selamet’e. Uzun Mehmet böyle şehla şehla baktığında ne yapacağı belli olmazdı, bunu en iyi Selamet biliyordu. Geride kalıp yumruk mesafesinden uzakta kalmaya çalışarak takip etti sevgili ahbabını.
******
İki kafadar, komutanın neşeyle bir o duvara, bir ötekine gidip gelerek volta atışını seyredip gülümsüyorlardı. Baklayı ağızlarından çıkarmanın vakti gelmişti. Mehmet yalandan bir utanmayla söze girdi:
“ Komutanım eğer kızmazsanız bir maruzatımız var bizim,”
Şerif Bey kahkahalarla karşıladı bunu:
”Hah hah, ne demek evlatlarım, ne demek. Buyurun söyleyin hemen.”
Mehmet itimat telkin etmek maksadıyla biraz sesini yükseltirken yılışıklaştığının farkında olmadan döküldü:
“Büyük badireyi atlatmış bulunmanızdan ziyadesiyle mesut olduk komutanım. Hani diyorduk ki, ertesi gün merasimden sonra müsaade edecek olursanız Selamet kulunuzla ben Pera tarafına doğru çıkmak isteriz. Ama vaziyetten nimetlenmiş gibi olmayı da zinhar istemeyiz, değil mi Selamet?”
Sinsi Selamet lafı ağzından aldı:
“Ah hemşerim, nerede bende Pera’larda gezecek para. Sultanımızın şu peygamber ocağı da olmasa çoktan açlıktan ölmüş, bugün toprağın altında çürüyeyazmıştım. Sen var git dolaş, ben oturur, senin dönmeni beklerim hemşerim.”
Şefik mert adamdı. İki zavallı delikanlının hakkını değil bu dünyada, öteki dünyada da ödemesi kabil değildi. Hiç düşünmedi:
“Ne demek evlatlarım. Elbette gezeceksiniz, tozacaksınız. Şanlı donanmamızın iki kıymetli bahriyelisi olduğunuzu unutmadan, şerefinizle namusunuzla gezip dolaşmanız için gerekli masrafı ben temin edeceğim size.”
Yalandan bir iki ağız oynatarak itiraz edecek oldular ama Şefik onları sert bir tavırla susturdu:
”Tieeyt! Asla ve kat’a itiraz istemem. Bu para ananızın ak sütü gibi helal size, alın şu keseyi de gözümün önünden kaybolun. Haa, Mehmet oğlum, gitmeden bir kahve kap gel bana. Selamet artık sen de benim evladım sayılırsın. Bir derdin olursa buradayım yavrum, haydi şimdi kaybolun bakalım.”
Selamet avucuna sıkıştırılan kesedeki paraları kapıdan çıkar çıkmaz saydı. Tam on kayme vardı. Manola’nın kızları geldi gözünün önüne. Yalanarak indi merdivenlerden.
BÖLÜM V
MUNTAZIR TEŞRİFİNE HAZIR KAYIK
İNCE YAŞMAKLA BU CUMA SEYRE ÇIK
PEMBE MANTİNDEN FERACEN PEK DE ŞIK
İNCE YAŞMAKLA BU CUMA SEYRE ÇIK
Hacı Arif Bey
Tersane içindeki hazırlıklar bütün süratiyle devam ededursun, bina dışında da hummalı bir telaş vardı. Padişah ya da Valide Sultan gibi büyüklerin teşrif edeceği böylesi mühim merasimlerden bir ay önce başlayan yol tamiratı Donanma-i Hümayun’un komutanı Kaptan Paşa himayesinde yapılır, tersaneye çıkan ara sokaklar da dâhil olmak üzere bütün irili ufaklı yollar elden geçirilirdi. Oldukça masraflı olduğu aşikâr böylesi bir işi hemen her sene yüklenmek zorunda kalan Kaptan Paşa’nın merasimlerdeki yalandan sırıtışlarının sebebini gayet iyi bilen Şefik Bey, kaz gelen yerden esirgenmeyen tavukların yekûnunu merak eder dururdu. Bu seneki tamirat da tıpkı diğer senelerde olduğu gibi Kayseri’den getirilen Ermeni taş ustalarına yaptırılıyordu. Bu sanatkâr adamlar taş işçiliği, yol, cami, köşk ve sahilhane yapımı gibi inşaat işlerinde sahiden de çok mahirdiler.Padişah ve çevresindekilerin Ermeni ustalara yaptırdıkları sahilhane ve köşklerden pek memnun olduklarından haberdar olan Kaptan Paşa da kesenin ağzını açmış, daha pahalı olmasına rağmen bu ustaları ta Kayseri’den buldurup her merasim öncesinde getirterek isminden söz ettirmeye muvaffak olmuştu.
Cuma sabahı Tersane-i Amire’ye büyük bir telaş hâkimdi. Dört bin mevcutlu tersanede başkomutanından başlayıp en rütbesiz neferine varıncaya kadar herkes padişah ve diğer zevatı görecek olmanın heyecanı ile oradan oraya koşturuyor; gemilerdeki boyalar, cilalar, kumaşlar tekrar tekrar gözden geçirilerek kusur aranıyordu. Şefik, merasim kıyafetinin orasını burasını defalarca didik didik edip de bir kusur bulamayınca giyinip inmiş, meydandaki yerini almıştı. Komutanın yeni gözdeleri merasim bölüğünün en önünde yan yana dikiliyordu.
Selamet üstünden düşen salkım saçak gömleğin içinde iyice kaybolmuştu. Mehmet ile yan yana nasıl göründüğünü umursamadan sıkıntıyla bekliyor, kimselerle paylaşmadığı gelecek hayalleriyle baş başa kalmış, belli belirsiz, inceden, sinsice sırıtıyordu. Mehmet, bahriye neferlerine mahsus merasim kıyafetleri içinde beyaz gömlek, siyah pantolon, parlak potinleriyle iri bir devedikeni gibi ta uzaklardan seçiliyordu. Geniş meydanın sol köşesinde, iskelenin hemen yanında mızıka alayından gelmiş usta bölük hazır bekliyordu. Onların arkasında merasim kıtası hazırlanmış, daha arkalarda ise tersane ameleleri arasındaki eli yüzü düzgün neferlerden mürettep bir bölük teşkil edilmişti.
Meydana padişahtan evvel Şeyhülislam Efendi geldi. Kendisine ayrılan çadıra yanındaki din âlimleri ve kadılarla girmiş, sunulan soğuk şerbetlerin yanındaki atıştırmalık gül börekleri ve unlu kurabiyeleri daha şimdiden yutmaya başlamışlardı. Biraz sonra sadrazam hazretleri göründü. Bahriye nazırı önde, Dilaver Paşa hemen arkasında olmak üzere, Tersane-i Amire kethüdası Cevdet Paşa ve diğer komutanlar kapının sağ yanına dizilerek karşıladılar. Temennaları nazikçe başını eğerek karşılayıp, Nazır Paşa’yı da yanına almak suretiyle Şeyhülislam Efendi’nin çadırına geçti. Bir süre orada istirahat ettikten sonra hep beraber Padişah Hazretleri’ni ve saray erkânını karşılamak üzere büyük kalyonun hemen yanında kurulan iskelenin yanına doğru yollandılar. Sıra padişahın karşılanmasına gelmişti.
‘Zeminpuşi merasimi’ denilen bu merasim ile Padişah Hazretleri saltanat kayığından alınarak büyük kalyondaki kaptan köşkünde hazırlanan tahtın önüne kadar at sırtında götürülüp yerine oturtulur, sonrasında sayısız koç kurban edilerek kendisine gemi isimleri takdim edilirdi. O, ya bu listeden bir ismi ya da kendi münasip göreceği bir başkasını tayin eder; beğendiği isim ‘mevcut ve namevcut esâme defteri’ ne kaydedildikten sonra Şeyhülislam Efendi’nin dualar eşliğinde yüksek sesle üç kere ünlemesi suretiyle cümle âleme duyurulurdu.
Kelleci Selamet’in koyun keçi ve davardan ne kadar iyi anladığını hem Şefik Bey hem de mutfak ağası Sadrullah çok iyi biliyordu. Günler öncesinden yola düşen Sadrullah Ağa, yanına Selamet’i katıp Eyüp pazarında kurulan hayvan mezadına gitmiş, Selamet’in kendi elleriyle tek tek ayırdığı koyunlar satın alınmıştı. Sıra büyükbaşlara gelmişti. Sadrullah Ağa’nın öğle namazını eda etmek için Eyüp Sultan Camisi’ne gitmesini fırsat bilen Selamet hayvan satıcılarından biri ile kıyasıya pazarlık ederek çaresiz köylüyü ikna etmiş, aldığı beş akçelik hatırı sayılır rüşveti cebine indirdikten sonra, Sadullah Ağa’yı Gönenli köylünün bütün davarını almaya razı etmişti. Selamet sinsi sinsi, ‘Alan razı satan razı olduktan sonra rüşvet bile sayılmaz bu aldığım,’ diye içinden geçirdikten sonra keyifli bir türkü tutturmuş, yanında yürüyen Sadrullah Ağa’ya sarılıp şapır şupur öpmek istese de kendini tutmayı bilmişti.
Selamet’in haklı şöhreti tersane camiasında yavaş yavaş yayılıyordu. Döndükten sonra hayvanları matbakhanenin arkasındaki avluda gece boyunca yıkattılar. Adaklıkların üzerlerine dökülen gül yağı kokusu neredeyse karşı kıyıdaki kilisenin avlusundan bile duyuluyordu. Merasim sabahı gözleri bağlanarak meydanın uzak bir köşesine getirilen hayvanları kim görse ağzının suyu akıyordu. Akşama dağıtılacak kuyu kebaplarının hayali kokusu daha şimdiden neferlerin burun deliklerini genişletmeye başlamıştı.