İlkokul Yılları “Öğretmenle Tanışma”

1968, Eylül, mini mini birler, çalışkan ikiler…

“Bandırma ilçemiz Balıkesir iline bağlıdır. İlçemizin nüfusu 1968 senesi itibar ile 36.500’dür. İlçemize bağlı köy sayısı otuz dörttür. Okulumuzun adı Vecihi Bey İlkokulu’dur. Öğretmenimizin adı Kadriye Battal’dır. Müdürümüzün adı İsmail Koçan’dır. Beden Eğitimi, müzik ve resim-iş dersleri boş ve gereksiz derslerdir. Matematik en yararlı derstir. Yaramazlık yapanların sonu, oturduğu sıradan  favorilerine asılarak havaya kaldırılmaktır. Sınıf başkanıyla iyi geçinmek gereklidir. Çünkü teneffüste yaramazlık yapanların adını tahtaya yazmaktadır. Allah kahretsindir. ”

İlkokula başladığım ilk haftada öğrendiğim yaşamsal önemdeki bilgiler bunlardı.

Uzun boylu (o zamanlar kadın bana dev anası gibi görünüyordu) öğretmenimiz sınıfa girince korku, saygı, sevinç, tırsma, yalakalık için sabırsızlanma gibi tuhaf duygularla karışık bir ruh haliyle ayağa fırlıyorduk. Her zaman dizinin altına uzanan koyu renkli etekler giyiyordu. Belini saran dar tayyörleri vardı. Dudakları koyu kırmızı boyalı, saçları kapkara, kısa kesilmiş ve ondülalı, cildi kırışık, ellerinin sırtı kalın siyah tüylerle örtülü esmer bir kadındı. İnsanı severken döven öğretmenlerdendi. Matematikle kafayı kırdığını hemen anlamıştık. Diğer sınıflar daha iki kere ikiyi öğrenemeden biz neredeyse logaritmaya geçmiştik (gerçekten az kalmıştı).

O yıl sonbahar hemen bitmiş, kış ise acelesi varmış gibi erkenden gelmişti. Pazartesi sabahı öndeki küçük avluda toplanıp andımızı okuduktan sonra sınıflara girdik. O da ne! Oturduğumuz sıraların yerinde yeller esiyordu. Sıralar gitmiş, yerlerine hantal tahta masalar yerleştirilmişti. Bundan sonra kümeler halinde oturacakmışız. Büyüklerimiz birlikte çalışmayı, yardımlaşmayı, imecenin erdemini öğrenelim diye bizim yerimize düşünüp böyle bir karar almışlardı. Kadriye Öğretmen gelmeden kafamıza göre gruplaşıp masalara dağıldık. Masa bulamayan ya da kararsız kaldığı için bir yere kıçını koyamayan üç beş çocuk ayakta ağlaşıyordu.

Öğretmen, sınıfa hışımla girdi. Gözlerini tıpkı Terminatör filmindeki katil robot gibi, biri diğerinden bağımsız olacak şekilde sağa sola oynatarak bizi taradı. Mübarek insan sanki konuşurken öğrencilerinin altına kaçırmalarına yol açma kategorisinde altın madalyalı bir insan olduğunu kanıtlamaya gelmişti.  Sağ köşedeki masada oturan Şişko Necdet’e bakıyor ve soldan ikinci masadaki kızacağızı işaret ediyordu. Soldan ikinci masada oturan Melek kalkıyor, onun yerine şişko Necdet oturuyordu. Hiç konuşmadan çocukların yerlerini değiştirmeyi başararak görevini tamamladı. Stephen Hawking gibi bir kadındı. Boynunu bile oynatmadan sadece göz mimikleriyle dünyayı bile yönetebilirdi.

Ev ödevi kavramının sınırlarını zorlama kategorisinde altın madalyalı bir  öğretmenimiz vardı. Her teneffüs ‘Sınıf değiştirmek için ne yapmalıyız?’ konulu mini sempozyumlar düzenliyorduk. Henüz altı-6- yaşında olduğumuz için fazla seçenek üretemiyorduk. ‘Yaramazlık yaparak nefretini kazansak nasıl olur?’ temalı konuşmalar yapıyorduk. Bir hafta sonra, öğretmenden yediğimiz dayaklarla kafayı gözü kırınca bu fikirden vazgeçtik. Hafta sonu verdiği ödevler hakkında bir fikir versin diye söylüyorum. Orta halli bir Anadolu üniversitesinden mezun olmaya hazırlanan mühendis adaylarının bitirme tezleri bizim ödevler kadar hacimli olsaydı fakülte dekanları gözyaşları içinde çocukların boynuna sarılır, yerel medyaya haber yaptırırlardı. O derece anacığım, o derece…

Fakat Kadriye hocaya yaranmak o kadar kolay değildi. Sorduğu sorulara üst üste iki ders parmak kaldırmazsanız üzerinize gelirdi. Kadının tuhaf bir digital hafızası vardı. Kelimenin tam anlamıyla digital! Kimin parmak kaldırmadığını hiç unutmazdı. Sen tam hocayı uyuttuğunu sanıp, yanındakine iğrenç şakalar yapmaya odaklanmışken aniden ensende patlayan şaplak sayesinde gerçek dünyayla tanışırdın. “Eve kapanıp ödev yapmak” diye bir işimiz vardı 6 yaşındayken (Uluslararası İşkence Örgütü ya da Dünya Sağlık Teşkilatı henüz bu topraklarda temsilci bulundurmuyordu sanırım. Olsaydı durumumuza el koyarlardı eminim) Altı yaşındasın, kapalı bir odadasın, dışarıda oynayan çocukların şen kahkahaları pencere pervazlarına tıklatıp kaçıyor; ara sıra odaya gelerek sağ olup olmadığını kontrol eden annemin elindeki poğaça tabağı, defterin beyaz yaprakları üzerinde kurumuş gözyaşlarım ve puslu geleceğim… “Okuldan nefret ederek büyümek isteyenler için ipuçları” kitabının hain yazarı Kadriye Battal ve 27 masum çocuğun maceraları işte böyle başlıyordu…