Kiraz ucuzladı ucuzlayalı Kalamış plajının çehresi de baştan ayağa değişmişti. Karpuz kabuğu denize düştü dedikodusunu kimin çıkardığı belli değildi ancak duyulması yetmişti. Çoluk çocuk demeden kadını erkeği deniz hamamlarına hücum etmiş, sahilde insan kafasından başka bir şey görünmez olmuştu. Cumartesi gününden beri her sabah bu manzara tekrarlanıyor, denizdekiler sanki hiç gitmemiş de orada sabahlamışlar gibi sabahın köründe aynı curcuna yeniden başlıyor, hız kesmeden devam ediyordu.
Ariel Nahum tam kırk iki senedir işlettiği kahvaltı salonunu her zamankinden erken açmıştı bu sabah. İki sokak bekçisi, gündelik işe giden dört amele, iki gazete muhabiri, üç beş fakülte talebesi şöyle bir uğrayıp gitmişti. Masalardaki börek kırıntılarıyla süt lekelerini temizledikten sonra kendi elleriyle pişirdiği acı kahveyi içerdeki dolapta sakladığı kendisine ait porselen fincana ağzı sulanarak döktü. Kapının önüne çıkıp kırık dökük sandalyesine oturdu. Oturmasıyla hoplayıp kalkması bir oldu. Dün kaba etine batan çivi bu sabah da aynı yere batmıştı. Dalgınlığına da, müşkülpesentliğine de ayrı ayrı küfretti. Kahve fincanını masaya bırakıp ayakkabı ökçesini eline aldı. Sina çöllerinde bedevi kafası ezer gibi bir iki darbeyle gömdü çivinin başını. Çoktan yalama olmuş deliğe rahatça kayıp gözden kaybolan çiviyi unutuverdi Bay Ariel. Denizden gelen yosun ve iyot kokusuyla başı döner gibi olmuştu. Karşı kıyıda boylu boyunca uzanan doklarda hummalı bir faaliyet başladığını kulağına kadar gelen belli belirsiz uğultudan çıkardı. İstanbul hep böyle başını döndürüyordu nedense. O sesleri, kokuyu, ışığı, hülâsa tabiatın İstanbul’a bahşettiği bütün bu ahengi içinde hissetmek, dünyayı bir solukta içine sığdırmaya çalışmak demekti. Ciğerlerine o tam da tarif edemediği tılsımlı havayla dolduğunda içi kıpır kıpır oluyor, evi de, pastaneyi de, yaşlı Maya’yı da terk etmek istiyor, evet evet her şeyi bırakıp kendini sokaklara vurası geliyordu. Çivinin acısını yeniden hatırlayıp kendine geldi.
Bay Ariel’in ekmek teknesi Kalamış Plajı sakinlerinin yaz boyunca en gözde mekânıydı. Kahvaltı salonu olarak tanınmaktan taviz vermemekte dirense de, aslında herkes dondurmalı sütlacına vurgundu. Bu sütlaç işini de karısı Maya sardırmıştı başına. On yıldır mahlepli sütlacın tarifini kocasından bile saklayan tuhaf kadın bütün İstanbul’u adamın başına musallat etmişti. İşte yine içeride sinsi sinsi çalışıyordu. Süt kazanının başına geçince ne Ariel’in, ne de bir başkasının varlığını umursamadan kendi efsunlu dünyasında kayboluyor, kimsenin bilmediği o mahur bestenin güftesini kendine has yanık sesiyle söylemeye başlayınca Ariel onu kendi haline bırakıp dükkânın dışına kaçıyordu.
Birazdan sütlaç müdavimleri düşmeye başlardı. Cepkeninin küçük cebine yerleştirdiği Hislon saatin kapağını hiç de acele etmeden aralayıp kadrana göz ucuyla baktı,
‘Eh, daha vakit var. Sütlaç müdavimleri üşüşmeden azıcık kestireyim bari’.
Göz kapaklarını ağır ağır kapatıp denizden esen tuzlu, ekşi rüzgâra teslim oldu. Uyumadan önce planladığı tatlı rüyanın lezzetine varmak için bütün azalarını rahatlatmalıydı. Hayal etmeye koyuldu.
‘Sütlüce’den kayıkla açılmışlardı. Şimdi kürekleri bırakmış, akıntının koynunda yel yepelek sürükleniyorlardı. Orhan yine gevezeliği ele almış, Şükran’la Çamlıca Tepesi’nde yaşadığı son macerayı bire bin katarak anlatıyor, onu güldürüyordu…’
Vücudunun giderek hafiflemeye başladığını hissetti. Göz kapakları iyice ağırlaştı, ağırlaştı, ağırlaş… Güzel bir hülyanın koynuna girmek üzereydi. İki genç kızın çıtır çıtır gevremiş şen kahkahalarını duydu önce. Öyle fısıltılı konuşuyorlardı ki, kulak kabartsa da ne dediklerini anlayamıyordu. Kızlar bir adamı çekiştiriyorlardı besbelli. Birinin sesi daha gür çıkıyordu. Kızların içinde bulunduğu kayık onlarınkine doğru yaklaştıkça konuşulanlar giderek daha anlaşılır hale gelmişti. Gür sesli olanı,
“Aman kızım sen de! Çekiver kuyruğunu şu koca bebeğin. O kadar gezdirip de yârin yanağından bir buse koparmayı bile beceremeyen adamdan hayır mı gelir allasen! Hah ha ha! Bak benim Nevzat’a, canavar ayol adam canavar! Fırsat versem vapur filikalarında üzerime çıkacak azgın teke. Sen boş ver o herifi. Ben seni Nihat’ın arkadaşı Servet’le tanıştırayım. Adam feleğin çemberinden kırk kere geçmiş birine benziyor”
Diğer kızın mahcup cevabını duymasa da, daha ziyade duyduklarının anlamından çok kızın sesindeki kadife dokunuşlara takılmıştı. Kanlı canlı bir kadın değil de bir peri, bir melek fısıldıyordu sanki. Ariel’in içi akar gibi oldu. Rüyadan uyanmak istemiyor, kızın tatlı sesini bir defa daha duymak için göz kapaklarını uykusunda sımsıkı yummaya çalışıyordu.
Sesler giderek daha berraklaşmaya başlamıştı. Kalın sesli kadın neşeyle haykırdı,
“Konuşa konuşa nerelere gelmişiz gördün mü ayol? Gel kız gel, şurada biraz oturalım. Bak bu Yahudi’nin dondurmalı sütlacı çok meşhurdur. Hem biraz soluklanırız. ”
Gözlerini telaşla açtı. İyi giyimli iki genç kız az ileriden kendisine doğru yaklaşıyordu. Melek sesli kızı ötekinin yanında uysal uysal yürüyüşünden tanımıştı. İhtiyar bedenini çivili sandalyeden güç bela kaldırdı. Tam yaklaşmışlardı ki reverans yaparak önlerinde sahte bir saygıyla eğildi,
“ Güzel hanımefendiler hoş gelmişler! Ariel kulunuzu şereflendirdiniz. Buyursunlar efendim, buyursunlar! ”
Kızlar neşeyle cıvıldayarak pastaneden içeri girdiler. Arkalarından Maya’ya hevesle seslendi:
“İki dondurmalı sütlaç efendim!“
Sesindeki edepsiz titreşimler Maya’yı huylandırmıştı. Mutfağı salondan ayıran küçük pencereden kafasını uzatıp gelenlere baktı alıcı gözle. Kafasını iki yana çaresiz ve kızgınca sallayarak pencerenin arkasında kayboldu. Kendi kendine söyleniyordu,
“Kart papaz seni, yine ayranın kabardı değil mi? Koca tanrı seni bildiği gibi yapsın. Maya’nın sütlaç kazanında boğulasıca arsız seni! ”
İstanbul sıcakları bastırınca sahillerdeki plajlar yaz boyunca ahalinin can simidi oluyordu. Gençlerin yaz aşkları bu sahillerde birer tılsımlı hikâye gibi nesiller boyunca hep anlatıldı, hep yenilendi durdu. Kimi mutlu sonla, kimi edepsiz kavgalarla, kimi de tahammüle muhtaç kederlerle sonlandı. Bay Ariel her sabah kahvaltı salonunu aynı alışkanlıkla açtı, aynı bıkkınlıkla kapattı durdu yıllar boyu. Önce Maya gitti sonsuzluğa, sonra pastane istimlâk edildi. Bir sabah uyanamadı Bay Ariel. Rüyasında o melek sesli kızı öpüyor, öpüyor, öpüyordu…