Siz de tek bir bedene sıkışıp kalmanın ve dünyada olup bitenin çok küçük bir kısmına şahit olacak olmanın verdiği sıkıntı duygusunu yaşadınız mı? “Onism” denilen ve henüz Türkçe isimlendirilmesi yapılmamış olan bu duyguyu az ya da çok bütün insanlar yaşamaktadırlar. Bazı insanlar ise bu duyguyu hiç umulmadık bir şekilde yaşarlar. Tıpkı öykümüzdeki gibi…
“BEN UYANDIM
Kaza geçirmişim. Korkunç bir trafik kazası. Sonrasında yıllar süren bir komaya girmişim. Daha doğrusu doktorlar ve diğer bütün insanlar böyle sanıyorlar. Gerçekte ise ben uyandım. Yaklaşık bir aydır zihnen uyanığım. Fakat bedenimi asla uyandıramıyorum. Bu yüzden tıpkı sandığa kapatılmış bir ruh gibiyim…
Gözüme tutulan kuvvetli bir ışıkla uyandım ve yıllardır uyuyor olduğumu duyduğumda kulaklarıma inanamadım. “Bulgularda değişiklik var mı?“ diye soruyordu biri. “Hayır“ diyordu diğeri, “Yıllardan beri aynı.”
“Ben uyandım“ dedim. Fakat beni duymadılar. Bir daha söyledim: “Benim ben, ben uyandım“ Yine duymadılar. Bu kez bütün gücümle bağırdım. “Duymuyor musunuz? Size söylüyorum, artık komada değilim, ben uyandım. Bakın ben uyandım”
Ne yazık ki boşuna çabalıyordum. Ne yaptıysam sesimi onlara asla duyuramadım. Sonra anladım ki konuşan beynimdi, dilim kımıldamıyordu bile. Vücudumu ise hissetmiyordum. Eksik miydi? Tam mıydı? Ayaklarımı, ellerimi, teker teker parmaklarımı oynatmayı denedim. Külçe gibi ağırlar, kaldıramıyorum, kalkmıyorlar. Hafif bir ışık hissetmemin ötesinde hiçbir şey göremiyorum. Allah’ım bu nasıl bir ceza böyle. Delireceğim vücudumun içinde. O gün bütün günümü bedenimi uyandırmaya çalışmakla geçirdim. Tükendiğimde ise akşam olmuştu.
Gece acil bir hastanın, yan yatağa yatırılmasıyla uyandım. “Perdeyi çek“ diye bağırıyordu biri. “Hiç gerek yok, o adam yıllardır komada, ne görür, ne duyar“ diyordu diğeri. Gece boyu getirdikleri hastayla uğraştılar. Bir kaç defa geri döndü. Lakin sonuncu gidiş, onun son gidişiydi. Oysa işte ben geri dönmüştüm ve buradaydım…
Sabah gözüme ışık girmeden hemen önce o adamı gördüm yani doktorumu. Beyaz saçlı bir adamdı. Görmem için birisinin tıpkı onun yaptığı gibi göz kapağımı kaldırması gerekiyordu. Sonra kuvvetli bir ışık gözlerimi aldı. Yine aynı şeyleri söyledi yanındaki hemşireye: “Her şey aynı, bulgularda değişiklik yok“
Günler böyle geçmeye başladı. Çabalarım sonuç vermiyordu. Bedenimin içindeki ruhumdan haberleri yoktu, olamıyordu. Vücudumdan ümidim gitgide azalıyordu. Bundan sonraki yıllarımı, emirlerimi dinlemediği için kızdığım ve sıkışıp kaldığım bu et yığınında mı geçirecektim? İnsanın kendi bedenini hapis olarak görmesi ne tuhaftı!
Dünyayı ancak, gözüme ışık tutulmadan önceki kısa anlarda görebiliyordum. Bu kısacık anlarda, bütün dikkatimi toplayarak, görüş mesafeme giren her şeyi görmeye çalışıyordum. En fazla gördüklerim; doktorun yüzü, hemşire hanımın yandan profili, nadiren de yakınımdan geçen hastabakıcının omuzu ve kolları oluyordu. Zamanla sol kaşının üstündeki yara izine varana kadar doktorumu tanıyabilmiştim. Hemşirem ise orta yaşlı yuvarlak, tombul suratlı bir kadındı. Doktorumu hep çekiştirirdi arkasından. Ona göre bu kez doktorum yoğun bakımda çalışmaya yeni başlayan hemşire hanıma takmıştı kafasını. Günler geçtikçe sohbetlerine daha bir aşina olmaya başladım. Evlilik, çoluk, çocuk derken mesailerini bitirip sıcacık evlerine dönerlerken kendimi yapayalnız ve terkedilmiş hissederdim. Benimse tek evim umarsız bu bedenimdi…
Yatağım onların bankosuna çok yakın olduğundan her birini daha iyi tanır olmuştum. Adlarını, aile durumlarını, eşlerini, çocuklarını hatta torunlarını bile öğrenmiştim. Onların lakırdılarıyla günler su gibi akmaya başlamıştı. Artık bir kuş gibi çırpınmıyordum bedenimin içinde ve onların hayatlarıyla bir akıyordu benimki de.
Hizmetli Güler Abla‘nın bel ağrıları, Hemşire Nezahat Abla’nın açmaya başlayan kaktüs çiçeğinin güzelliği ve hercai menekşeleri, Saime Teyze’nin gelininin fenalıkları ile torunu Alican’ın tatlı yaramazlıkları, konuşulan konulardı aramızda. Hepsi merhametli insanlardı ve onların yanında kendimi güvende hissediyordum. Zaman geçtikçe ailemden biri gibi olmuşlardı. Ara sıra koroner yoğun bakımdan hizmetli Hilmi Ağabey de müdahil olurdu sohbetlere. İşlerden fena halde bunalsa bile hastalara kıyamazdı. “Ya ben olsaydım o yataklarda yatan. Tövbe Yarabbi, onların her işlerini ben göreyim yine de onlar gibi yatmayayım“ derdi. O bunları söylediğinde yutkunası bir boğum kuşatırdı boğazımı ama yutkunamazdım.
Bazen gün içinde anlatılan bazı konular aklıma takılır, gece boyu kafamın içinde döner dururdu. Tıpkı o gün olduğu gibi. Güler Abla o gün öğretmen çıkan oğlu Suat’ın atamasının yapılmak üzere olduğunu ve eve gittiği saatlerde belli olacağını söylemişti. Tek oğlu olan Suat’ını uzaklara göndermek istemiyordu çünkü hayatta ondan başka kimsesi yoktu. Beli tutulduğu zamanlarda oğlu onun eli ayağı oluyordu. O gece Güler Abla için çok dua ettim. Ertesi sabah neşeyle geldi: “Biliyor musunuz kızlar? Suat’ımın tayini Manisa’ya çıktı. Allah bana acıdı. Çok şükür uzaklara gitmeyecek.
Beni de çekiştirdikleri oluyordu, çok acıyorlardı halime, gencecik adam diyorlardı, dalyan gibi boyu var, gözümüzün önünde eriyip gidiyor. İşte o zamanlar içime bir ölüm korkusu geliyordu. Nedense kendimi eriyip giden biri gibi hissedemiyordum. Onların gözünde ölü gibi görünsem bile yaşamıyor muydum en nihayetinde?
Derken bir gün doktorum, Hemşire Nezahat Abla’ya hakkımda o acı haberi verdi. Ailemin umutlu bekleyişlerini yitirdiğini ve benimle ilgili rapor hazırlayan komitenin kararına uyacaklarını bildirdi. Dehşet içinde kalmıştım. Eriyip gitmiş olabilirdim. Ölü gibi de görünebilirdim. Ancak ben buradaydım ve her şeye rağmen yaşamak istiyordum.
Paniğe kapılmış bir şekilde yeniden bedenimi uyandırmaya çabaladım. Lakin ne mimiklerime hükmedebiliyordum, ne nefesime, ne gözlerime, ne de ellerime… Hepsi birer sağır, birer dilsiz olmuşlardı.
Ne gün ölecektim bilmiyordum fakat karar verildiyse, bu çok uzun süremezdi. Çok acele etmeliydim. Biran önce bedenimin içinde saklandığımı göstermeliydim. Bir gün Hemşire Nezahat Abla doktoruma şöyle dedi. “Doktor Bey, fark ettiniz mi? Hastanın yanına geldiğimizde nabız atışları yükseliyor“ Bunları duyduğum an sevinçten ölebilirdim. Aylardır çektiğim onca sıkıntı bir anda bitivermişti.
Ölmek istemiyordum çünkü ailem kabul ettiğim bu insanlarla birlikte çok mutluydum ve buradaki küçük hayat kırıntılarından beslenmek, yaşamayı istemek için yeterli bir gerekçeydi. Bu farkedilişten sonraki günler çıldırasıya mutluydum. Bu mutlulukla adeta kumsalda şımaran ak köpüklerle yuvarlandım derin mavilere, uçkun yamaçlardan aşırıldım göklere
Sonrasında bazı şeylerin değişmeye başladığını fark ettim. Daha az ses duyar olmuştum ve daha az sohbet. Esasında bunlara sohbet bile denilemezdi. Sondayı kontrol ettin mi, serumu açtım, postürü değiştirdim gibi çoğu hastane konuşmalarıydı. Nezahat Abla neredeyse hiç konuşmuyordu. Her sabah anlattığı hercai menekşelerini ağzına bile almıyordu. Ya Saime Abla ve torununun yaramazlıkları? Yine ağlıyor muydu anneannesinin arkasından? Neden endişe ediyorlardı? Konuştuklarını başkalarına söylerim diye mi korkuyorlardı? Hiç mi tanımıyorlardı beni? İşte o an irkildim. Doğruydu aklıma gelenler. Onlar beni gerçekten hiç tanımıyorlardı. Ben onların gözünde bir yabancı, belki de bir gizli tanıktım. Bunca ay onların hayatlarına misafir olmuştum. Halbuki onlar misafirlerini çoktan yolcu etmişlerdi uzaklara…”