Orda Roma Burda Soma, Lukullus'lar Değişmiyor
Bu nasıl bir yaz?
Bunaldık. Sıcaklardan değil, hayır.
Soma madencilerinin katledilmesinin utancı, her kavşakta rastladığımız nefesi açlık kokan Suriyeli çocukların çaresiz çığlıkları ve çıkarlar uğruna dayatılan bir koca leke, Gazze . . .
Sıcaklar değil, evet. İnsan olmaya çabalamak bunalttı bizi!
Her yer, her şey, her düş, her düşünüş, size de kan kokmuyor mu?
“Yaşamak “, ancak bu kadar sırlanabilir kanlı ellerimizde. Acı ki bu sırladığımız aynayı, yüzümüzden başka her yerimize tutabiliyoruz.
Yumruk halini almış elimizdeki öfkeye, yüreğimizdeki kıpırtıya, beynimizin içinde uçurumlar açan nefrete, her şeye evet her şeye tutabiliyoruz. Ama yüzümüze asla . . .
Hayat denilen o sırladığımız aynayı, sahnede, tam da yüzümüze tutmaya çalışan bir savaşçıdır işte Bertolt Brecht!.. Bir tiyatro antropologu gibi çalışan Eugene Barba’nın söylediği gibi hep ileriye parlayan, ışıklı bir mihenk taşıdır. Almanya’dan tüm dünyaya saçılan bir ışık gibidir. II.Dünya Savaşı’nın dayattığı o tarih körlüğü ve su götürmez lekenin içinden çıkmıştır.
Yabancılaştırma efekti diye adlandırılan bir yöntemi kullanarak, alışkın olduğumuz, yanımızda olan, berimizde yaşanan ve bizim gündelik duyarsızlığımızla fark edemediğimiz bir çok değeri, terimi,tarihi yeniden ayaklandırarak, biz seyircilerini başka bir bakışa taşımıştır.
“Turandot ve Aklayıcılar Kongresi”nde her şeyin sebebi gibi gördüğü duyarsız entelektüelliği tokatlıyacak, “Cesaret Ana ve Çocukları”nda savaşın ne kadar içimizden bir acı olduğunu hatırlatacak, “iyi insan”ı sorgulayıp en iyiyi ararken, gariptir ki onu Sezuan’da bir fahişe olarak karşımıza çıkaracaktır.
“Kahramana ihtiyacı olan ülke, ne mutsuz bir ülke!” diyen Brecht, kahramanı ve zaferin büyüsünü “Lukullus’un Mahkümiyeti” ile karşımızda altüst edecektir.
Şan, şöhret, zenginlik, ihtişamın adıydı Lukulllus. Dedesi, Roma Senatosu’nda konsüllük yapmıştı. zengin bir ailesi vardı. Komutanlığında, idaresindeki Roma Lejyonları’yla Anadolu’da yedi kralı tahtından etmiş, Pontus Kralı Mithridates’i ve Ermenistan Kralı Tigranes’i yenerek iki Asya’yı fethetmiştir. Roma’yı servetlere boğmuştur. Lüks kelimesi Lukullus gibi yaşamaktan türetilmiştir. Kirazı Anadolu’dan Avrupa’ya getiren ilk kişi olmuştur. Tarihte bilinen ilk gurmelerden biridir. Ganimetleriyle döndüğünde, Roma ‘da muhteşem törenlerle karşılanmış ve bu ihtişamın içinde, Roma’da ölmüştür.
Oyunun konusu Lukullus’un ölümüyle başlar. O dönemdeki Roma inancında, ölenlerin, karanlıklar ülkesine mi yoksa cennete mi gideceklerine, üç antik kral tarafından yargılanarak karar verileceğine inanılırdı. Kralları işin içine sokarak ihtişamın, gücün ve iktidarın sömürüsü ölümden sonra da taçlandırılırdı.
Brecht, tiyatroya kazandırmaya çalıştığı yeni görme biçimiyle, bu yargı gücünü, gösterilmeye çalışılana değil görünene, yani halkın kendisine dayandıracaktır. Üç antik kralın yerine halktan, sıradan beş kişiyi yargıç olarak kullanacak ve savaşın,zaferlerin, ganimetlerin, ihtişamın arkasında yaşanan acı ve ölümlere, gerçeğin ışığını taşıyacaktır.
Lukullus, savaşın tüm acılarını yaşamış, oğlunu kaybetmiş ve pazarda balık satan bir kadının öfkeli feryadıyla; herkesin yok saydığı, kendini bir et parçası gibi görmeye zorlanan fahişenin ve aslında tüm kayıp kadınların acısıyla; emeğin herkes için ne kadar değerli olduğunu bağıran bir fırıncının teriyle; insanın yaratma gücünün ve sabrının bir nişanı gibi duran çiftçinin duyarlılığıyla; eskiden öğretmen olan ve sonradan hayatın tüm çelişkileriyle bir köle olarak yaşayanın kızgınlığıyla yargılanacaktır.
Ve Lukullus çıkarları uğruna, yaşattığı acıların bedelini, ‘Hiçlik’e gönderilerek ödeyecektir.
Aslında yargılanan Lukullus değil, onu bir kahraman gibi gören, kazananın yazıldığı bir tarih ve çıkarlar uğruna girişilen tüm kanlı savaşlar ve bu savaşlarla dayatılan kahramanlar olacaktır.
Görüldüğü gibi kahramanlarımız, ne kadar da çok benziyor düşmanlarımıza… ”Ve daha ne kadar dayanmalıyız biz ve bizim gibiler onlara…“
Bu nasıl bir yazgı?
Ne zaman insanlığa soyunsak, bir tarafımız hep çıplak ve sahte kalır, tarihi yazan onu yapana sadık kalmadığı için.
Tarih, insanoğlunun belki de en tehlikeli icadıdır. Savaşlar dayatır, kahramanlar yaratır ve çark boyuna insan öğütür.
Bizler sebepsiz yorgunken, hayat kendine yorar tüm zaferleri. Yorgunuz evet, her düşe bir gölge gibi girip güneş battığında siliniyoruz. Kaçıp gizlensek mi tüm bu yaşanılanlardan yoksa utanıp değişsek mi insan olduğumuzu? Çünkü, çark insan öğütmeye devam ediyor.
Bu bilinen bir gerçek ; gizlenen şeyler görmesini bilenler için sorun değildir. Söylenenler kadar, es geçilen noktalar da bir çok sırrı ele verir. Kahramanların sahteliği üstüne bahse girebildiğimiz halde, neden hala kalpazanın kim olduğunu söyleyemiyoruz?
iyi oyun, savaşçıdır. Geçmiş olana kaçış bırakmaz. Asıl en güçlü cephesidir sahne. Taşır umutları tüm çağlara…
İşte bu yüzden “YAŞASIN TiYATRO!!!”