Bege

İnsan yaşamı kadının göğsünden doğar

Onun dudaklarından

Öğrenirsiniz söylediğiniz ilk ve küçük sözcükleri.

Arthur Schopenhauer

Dağın yamacına vardıklarında hepsi yorgun, bitkin, aç ve susuzdu. Şimdi hepsinin deniz mavisi, çağla yeşili, bal rengi ela gözleri kömür karasıydı. Göz bebeklerindeki kara delikler birbirlerine baktıkça daha da kararıyordu. Günlerce yürüdükleri bozkır kadar kavruk yüzlerinde derin bir endişe, korku vardı. Köyden buraya kaç günde yürüdüklerini bilmiyorlardı. Akılları, önlerinde yükselen ağaçsız, otsuz, susuz, gölgesiz Sincar Dağını nasıl tırmanacaklarında, kulakları kuşatılmış şehrin doğusundan ve güneyinden gelen makineli tüfek ve top seslerindeydi. Hepsi kadın, hepsi yaşlı, hepsi çocuktu. Açlıktan, olabilecek fiziksel, cinsel saldırılardan, etnik, dinsel baskılardan, en önemlisi ölümden kaçıyorlardı. Yol boyunca bozkırda, geçmiş yazın kavurucu sıcağını yiyerek sararmış, kurumuş geven, çoban yastığı, atkuyruğu, diken köklerini yiyerek açlık ve susuzluklarını dindirmeye çalışmışlardı. Bege gözleri yaşlı, dağın eteğindeki tek ağaç, dilek ağacına, yorgun, küçük adımlarla yürüdü. Ağacın etrafı ana baba günüydü. Ağaçta tek bir yaprak yoktu. Dalları, rengârenk bez parçalarından gözükmüyordu. Bege kırmızı bozkır toprağından savrulan tozla, kirli sarıya dönmüş kadife elbisesinin eteğinden bir parça yırttı. Ucu gözüken kuru bir dala uzandı. Elindekini bağladı. Tanrısına dileklerini iletti.

Kocası Arıs’i bir ay önce cepheye götürmüşlerdi. Cepheye gittikten üç gün sonra ölüm haberi gelmişti. İnanmamıştı. Çünkü Arıs arkası açık ciplere balık istifi yerleştirilip köy meydanına getirilen cesetlerin içinde yoktu. Halen yaralı da olsa bir yerlerde saklandığını ümit ediyordu. Çatışmaların şiddetlendiği günlerde, savaşan güçler, tüm sivillerin bulundukları yeri terk etmelerini, dağı aşıp, dağın arkasındaki sınırda özgür topraklara sığınmalarını istemişlerdi. Ama o uzun bir süre bozkırdaki hayatının tek meyvesine tekrar kavuşurum umuduyla bekledi. Ölü de olsa onu son bir defa görmek istiyordu. Bekleyişi geçen sabah sona erdi. Bir havan mermisi parçası düşmüştü evine. Tek odalı, toprak damlı evlerinin bir köşesini ve dört aylık kız bebeğini alıp götürmüştü ondan. Korkmuştu. O da ata toprağını isteksiz terk etmeye karar vermişti. Bağladığı bez parçasıyla ıslak gözlerini sildi. Ellerini açıp yukarıya kaldırdı. ‘’Tanrım, Arısı bana bağışla. Sığınacağım, bilmediğim, tanımadığım insanların topraklarından geri çevir beni. Oralarda bırakma beni. Oralar okyanus. Ben denizimde yaşamak istiyorum. Boğulurum ben okyanuslarda’’ dedi. Sonra başka bir dala bağlanmış kırmızı bir bez parçasını çözüp havaya fırlattı. Böylece kendi inanışına göre, çözdüğü bez parçasının sahibi dileklerine kavuşacaktı. Belki arkada gelenlerden birisi de kendininkini çözecekti.

Arkasına döndü. Köpeği Kekik ayaklarının dibinde bekliyordu. Arıs cepheye gittiğinden beri Begeden hiç ayrılmamıştı. Gözlerini ondan ayırmıyor, Begenin korku dolu bakışlarını an be an onun içinden çekip alıyordu. ‘

’Hadi Kekik yolculuk vakti’’ dedi.

Dilek ağacının az ötesindeki dağın eteğinden tepeye tırmanan, Ezidiler çoğu çıplak ayaklı, tepeye doğru ağır, ağır, zoraki, tersine akan bir ırmak gibiydiler. Yanlarında yürüyen hayvanları, kucaklarında bebeleri, sırtlarında yürüdükçe daha da ağırlaşan hafif, küçük yükleri, üstlerinde soluk, terli ve tozlu, savaş yorgunu giysileriyle. Yüzleri kavruktu. Gözleri gece karanlığındaydı. Önce dağın tepesine bakıp kararıyor, sonra dağın öteki tarafını düşündükçe karanlıktan aydınlığa çıkar gibi ışıldıyorlardı. Yola koyulduktan kısa bir süre sonra, içinden bir ses Tanrının dileklerini kabul ettiğini söylüyordu. Durdu. Ayakları gerisin geri dilek ağacına çekiyordu onu. Geri döndü. Dilek ağacına tekrar vardığında bağladığı bez parçasını aradı. Bulamadı. Çoktan çözülmüş, köye doğru esen rüzgârla savrulmaya başlamıştı bile. Dilek ağacından köye dönmeye karar verdiklerinde Bege ve köpeği dağa doğru tersine akan bir ırmağı çevirmeye çalışan yan yana, yalnız iki su damlası gibiydiler. Eve döndüklerinde güneş batmak üzereydi. Yorgunluktan ağırlaşan vücudunu, hem yatak hem de koltuk olarak kullandıkları dikine siyah çizgileri olan bordo renkli çek yatağın üzerine attı. Ayaklarını yanlamasına uzattı. Köpek de odanın karşı köşesinde havan mermisinin açtığı gediğin önüne uzandı. Sırtını evi terk ederken kadının gediğe tıkıştırdığı şilteye dayadı. Kulaklarını dışarıdan gelecek bir sese gözlerini Bege ye dikti. Korkularını sağmaya başladı Bege’nin bakışlarından. Bege oturduğunda tüm vücudunun ağrıdığını hissetti. Başı, boynu, bacakları, kolları ağrıyor. En fazla da memelerinde vardı ağrı. Ellerini dokunduramıyordu. Gergin ve sertti. Sanki patladı, patlayacak kadar şişirilmiş bir çift balon yerleştirilmişti göğüs kafesinin üstüne. Ağırlaşmışlardı da. Ağırlıklarıyla kafasını, uykusuz ve yorgun gözkapaklarını, hatta vücudunun üst yarısını aşağıya doğru çekiyorlardı. Adını koyamadan kaybettiği kızını en son emzirdiği günden kaç gün geçti hatırlayamıyordu. Karşı duvarda asılı yapraklı duvar takvimi Ekimin 13ünde kalmıştı. Ancak, radyonun, televizyonun olmadığı köyde, her sabah güneşin doğuşuyla kopardığı bir takvim yaprağı ile hangi ayda, hangi günde olduğunu bilebiliyordu. Son kopardığı yaprakta zaman durmuştu.

Dışarıdan silah sesleri daha yakından gelmeye başladı. Vücudunu oturduğu koltuğa çekerek, onu uykuya çeken göğüslerine direniyordu. İki elinin avuçlarıyla alttan destek verdi onlara. Ağırlıklarını almaya çalıştı. Uyumak istemiyordu.

Midesinde de ağrıları başladı. Bir gelip, bir giden kramp şeklindeydi. Bir bıçak oyuyordu içini. İki elinin parmaklarıyla midesinin üzerine bastırdı. Bu sırada avuçlarından kurtulan meme uçlarından bir şeyler sızıyordu üstündeki elbisesine. Elbisesinin ıslaklığını midesindeki ağrılarını henüz dindiremeyen parmak uçlarında hissediyordu. Kaç gündür midesine ot ve bitki kökleri dışında bir şey girmemişti. Belki ağrıları açlığındandı. Ama savaş başlayalı ve Arıs gideli yiyecek hiçbir şeyleri kalmamıştı. Ev tamtakırdı. Kapının sağ yanında köşede duran boş çuvalın içindeki iki avuç buğdayı Bege köyden ayrılırken ceplerine doldurmuş, yolda birer ikişer dişleriyle öğütüp karnını doyurmaya çalışmıştı. Bir anda kafasında, öyle güçlü bir şimşek çaktı ki, feri kaçmış gözlerinden bir ışık seli aktı. İnce kapkara hilal şeklindeki kaşları, torbalanmış göz kapaklarının altındaki ve gergin, solgun dudaklarının yanlarındaki karanlık, derin çizgiler bile ışıl ışıldı. Bege’nin yaydığı ışık karşısındaki Kekiği bile aydınlatmıştı.

Bege sağ memesini elbisesinden dışarıya çıkardı. İri, gergin, acılı kutsal kubbenin koyu kahve renkli dik, isyan eden tepesini sol elinin iki parmağı arasında buluşturdu. Altına uzattığı sağ avucuna sağdıkça sağdı. Tatlı bir sıcaklık yayıldı eline. Kısa sürede avucunu dolduran lekesiz, kar beyazı, öksüz kalmış, ana sütü parmaklarının arasından taşıyordu. Tüm parmakları ıslanmıştı. Avucunu ağzına yaklaştırdı. Ağzının içinde hareket edemeyecek kadar kurumuş dilini uzattı. Avucunu yaladı, yaladı. Yediği deve dikeninin, gevenin, çoban yastığının kokusunu aldı sütünde. Hangisinden geldiğini tespit edemediği tatlı bir acısı da vardı. Avucunun boşaldığını midesindeki kramplar kesildiğinde fark etti.

Köpeği bir baş hareketi ile yanına çağırdı. Kekik sağ yanına uzandı Begenin. Olacakları anlamışçasına başını kaldırdı. Ağzını araladı. Bege sağ memesinin başını uzattı köpeğe. Kutsal kubbenin kutsal suyunu son damlasına kadar boşalttı parmaklarıyla köpeğin ağzına. Köpek Begeye doğru başını kaldırdı. Doymamıştı. Ağzını şapırdattı. Bir Begeye bir elbisenin altında saklı diğer kubbeye gözlerini dikti. Bege sağ elini elbisesinin üzerinden sol memesine siper etti. ’’ Olmaz Kekik. O da, Arîsin ‘’dedi. Çünkü Arıs mutlaka dönecekti. İnançlarına göre savaş günahtı. İnsanın insanı öldürmesi günahtı. O bu günaha ortak olmamıştı. Olamazdı.

Köpek umutsuzca başını Begenin bacağına yatırdı. Yarım kalan uykusuna daldı. Kapının arkasında gittikçe yaklaşan, köpeğin duyamadığı bir ayak sesi vardı. Begenin sağ eli göğsünde, gözleri kâh korku dolu, kâh umutlu açılacak kapıdaydı.

Dr. ÖMER FARUK TABAR

 

Hekimce Bakış 90. Sayı