Geçmiş Zaman Olur ki Hayali Cihan Değer

 

İÇİMİZE BAKIŞ

DR. ÖMER LEVENT SOYDİNÇ leventsoydin@yahoo.ca

Gecenin bir yarısında çağırmışlardı. Sabaha kadar süren ameliyat onu tüketmişti. Dağ köylerinden birinden getirmişlerdi genç kadını. Dokuz ay boyunca hiç doktor yüzü görmemiş. Kanaması başlayınca traktör tepesinde, üç saatlik yoldan gelmişler. “Plasenta biraz daha aşağıda olsaydı bebek de anne de şimdi hayatta olmazdı” diye düşündü. Yan odadan bebeğin ağlamasını işitti. “Saat 04:30 ve ben, Dr. Fuat, bebek sesinden mutluluk duyuyorum öyle mi? “Üç sene önce doğan kendi çocuğunun gece yarılarında tutturduğu viyaklamalara tahammül edemeyişini anımsayıp utandı.

Sızıp kaldığı divanda edepsiz kuş sesleriyle uyandı. Hastane bahçesinin o bildik gürültüsü başlamıştı. Polikliniğe uzanan koridorda sohbet eden sabırsız amcalarla, bütün iltimas kapılarının kendilerine açılmasını hak bilen teyzelerin kinaye yüklü serzenişleri pencereden girip kulaklarını tırmalıyordu. Kantini arayıp simitle çay söyledi. Yüzünü yıkarken fark etti. Saçları daha seyrekleşmiş, sakallarına tek tük kar taneleri yerleşmişti. Yüzündeki incelmeyi yorgunluğuna verdi. Giderek babasına benziyordu, yaşlı babasına.

Kantincinin ablak suratlı, sorsan nedenini kendisinin de bilemeyeceği bir neşeyle oradan oraya koşuşturan tombul çırağı Zeynel, tepsideki tost ve çayla içeri girdi. “Fuat abi, simit bitmiş. Ben de tost basıverdim sana. İyi etmiş miyim, ehehe!” İtiraz etmesine fırsat vermeden tepsidekileri masaya bırakıverdi. Tam çıkarken,”Haa, az daha unutuyordum! Müdür muavini elime tutuşturuverdi bu zarfı. Sana mektup gelmiş ellaam!” Elinde sarı bir zarf tutuyordu.

Bu kaçıncı sarı zarf? Fuat zarfın içinde yazılanları hiç mi hiç merak etmiyordu. Yine biri onun hakkında kaymakamlığa şikâyette bulunmuş olmalıydı. Telaşlanmadan kahvaltısını bitirdi. Yan odadaki bebek hala ağlıyordu. Acemi anne emzirmeye çalışıyor olmalı ki, bebek ara sıra susuyor, sonra daha şiddetli bağırıyordu. İşi bitince zarfı fare leşi tutar gibi iğrenerek alıp açtı. “Bilmem ne tarihinde bilmem kimin muayenesini yaparken eşi odaya girince yüksek sesle bağırarak odadan çıkmasını istemişsiniz. Eşinin yanında gururunu incittiğinizi, bu yüzden eşiyle aralarında evlilik bağının zedelendiğini ifade eden bilmem kim efendi sizin hakkınızda şikayette bulunmakla… En kısa sürede savunmanızı bilmem ne, bilmem ne…” Zarfı buruşturup minik bir top yaptı. Kapı girişindeki çöp sepetine fırlattı. Tam isabet!

Meslek anılarını yazdığı defteri çekmeceden çıkardı. Gelişigüzel bir sayfa açtı.
1996, 16 Nisan… Odamda otururken kapı açıldı, ebe hanım sesleniyor:

.-Doktor bey sancılı bir gebe geldi, bir de siz bakar mısınız?

-Tabii, hazırladınız mı masaya?

-Valla elimizden geldiği kadar hazırladık. Ama sizin istediğiniz gibi olmadı sanırım.

-Nasıl ya? Yine mi bozuldu masanın ayaklıkları?

-Yok hocam, hasta masadan taştığı için denk getiremedik bacaklarını.

-Hsta obez mi demek istiyorsun yani?

-Ben bu konuda yorum yapmak istemiyorum. Siz gelip kendi gözlerinizle görseniz iyi olur.

Öfleye pöfleye doğumhaneye girdim. Hiç abartmıyorum; gördüğüm manzara aynen şu: Masa ve kadını birbirlerine oranlayacak olursak; doğum masasını Barbie’nin doğum setindeki doğum masası kabul ettiğimizde, gebemiz kanlı canlı bir ilkokul çocuğu kıvamında sayılır, oran aşağı yukarı böyle. Hastanın perine bölgesini görebilmem için iki ebenin yanlardan bacakları ayırması lazım. Tabureye oturunca Gulliver ve cüceler ülkesi masalını bedavadan izlemiş oluyorsunuz. Kadın sorularıma bulutların üzerinden yanıt veriyor gibi, kafasını o seviyeden görmek olanaksız yani, o derece. Ultrasona en son dört ay önce girmiş. Bebeği incelemek için USG yapmaya çalıştım. Fakat probu karnına bastırınca prob, ellerim ve bileğim yağların arasında kayboldu. Görüntü Hubble teleskopuyla yapılan ilk uzay gözleminde elde edilen ne idüğü belirsiz bozuk görüntülerle bire bir aynı kalitedeydi. Zavallı probun kristali ne yapacağını şaşırmıştı. Kara delikten canlı yayın yapsa bu kadar zorlanmayacak alet. Bebeğin kafa çapını ölçtüğüme kendimi inandırdım sonunda.

Bu dev anaları çok sempatik olurlar. Tatlı tatlı gülümsüyor yattığı yerden. Hansel ve Gretel öyküsünde birlikte rol almışız sanıyorum bir anlığına. Birazdan fırında nasıl pişirecek beni acaba? Ebe hanım yüzümdeki ifadeye bakıp bakıp bıyık altından -gerçekten bıyıklı bir ablaydı o da sağ olsun- gülümsüyor. “Doğum başlamış ebe hanım. Hastamızın yatış işlemlerini başlatalım” deyip odaya kaçıyorum. Birazdan aynı ebe hanım yeniden geliyor:

-Doktor bey damar yolu bulmak için epey sondaj yaptık ama damara rastlayamadık. Ne önerirsiniz?

-Anestezicileri arayın bakalım. Gelip bir de onlar baksınlar

-Onlar da çok uğraştı. En son Songül abla fenalık geçirerek yığılıp kaldı bir kenarda.

-Anladım ebe hanım anladım! Cut-down setini hazırlasınlar ameliyathanede, geliyorum ben de.

Neyse ki bir şekilde damara giriyorum. Gulliver abladan çıt çıkmıyor işlem boyunca. Metanetli kadın doğrusu! Bundan sonra olabilecekler hakkında aileyi bilgilendirmek için kocasını çağırttım. Beş on dakika sonra kapı çalınıyor. Gulliver’in kocasını hayalimde minik bir gök taşı falan gibi canlandırdığım için karşımdaki insan evladı beni o anda Dumurbeyoğlu Dumurcan Efe’ye dönüştürüyor. Akondroplazinin sınırından dönen abimiz yaklaşık 145 cm boyunda, 45 kg, kumral seyrek saçlı, yüzündeki sinsi tebessümle her an cüzdanınıza dalacak izlenimi veren, ince bıyıklı biri. “Oturun lütfen!”  diyebiliyorum.
Sandalyeye oturduğunda bacakları yaramaz bir ilkokul çocuğu gibi boşlukta sallanmaya başlıyor. Birdenbire deli bir kahkaha gelip takılıyor gırtlağıma ama çıkarmamak için direniyorum. Hayalimde hep bebeğin oluşum öyküsünün ilk kareleri var. Adamı takdir etmeye karar vererek durumu anlatıp, doğum sırasında gelişebilecek olumsuzlukları hızla aktarıyorum.
Adam konuşmaya başlayınca her şey aydınlanıyor. Doğada her canlının üremek için bir silahı var gerçekten de. Abimizde öyle bir ses var ki, yap ihtilâli, koy bunu radyonun başına, okut Çanakkale kahramanlık türkülerini, bayrağı eline alan ahali çarşıyı pazarı doldurmazsa hiç bir şey bilmiyorum. Yahu ne davudi ses o öyle! Bacak kadar adam Gulliver yengeyi böyle aşık etmiş kendine demek ki.

“Ona bir şey olmaz evvelallah hocam, sen gerekeni yap. Gerisi Allah’a kalmış. Biz seni tanıyoruz. Elinden gelenin en iyisini yapacaksın biliyoruz. Bizi sevk edip de büyük şehirde hastane hastane dolaştırıp rezil etme. Benim hanım ağırdır mağırdır ama gayretli kadındır. Evvelallah ikisi de sağlıklı bir şekilde çıkarlar buradan sayende inşallah!” diye gürlüyor.

Gök gürlemesi bitince bana bir rahatlama geliyor. Gerçekten de Gulliver abla üç saat içinde gayet rahat doğuruyor. Ertesi sabah kocasının getirdiği köy ekmeği ve on yumurtayı teşekkürlerle kabul edip taburcu ediyoruz dev anamızı. Gulliver abla giderken elime sarılıp öpmeye çalışıyor, engelliyorum. Az daha asılsa omzumu çıkaracak.
Eskiden tevekkül diye bir şey vardı. Hastalarda da bizde de. Güzel zamanlarmış. Şimdi anlıyorum.

Defteri kapatıp çekmeceye yerleştirdi. Meslekte yirminci yılı dolmak üzereydi. Ülkenin geldiği noktayla hekimliğin geldiği nokta at başı yarışıyordu. Önlüğünü giydi, yan odada yatan genç annenin son durumunu kontrol etmek için odayı terk etti. Polikliniklerden yükselen memnuniyetsiz uğultuyu duymadı bile.

 

Hekimce Bakış 95. SayıÖmer Levent Soydinç