Bir hafta sonu nelere kadir. İstanbul Tabip Odası Kadıköy büroda başlatılıp bir yıl içinde çok verimli bir şekilde sürdürülen Edebiyat Matineleri Bodrum Gümüşlük Akademisi’nde farklı şehirlere yayılmanın ilk adımını attı. 7 Şehir 7 Matine olarak isimlendirilen bu etkinliğin ilk durağında Bursa Tabip Odası’nı temsilen katılanlardan biriydim. Gümüşlük Akademisi Bodrum’da güzel bir tepede yazar Latife Tekin tarafından kurulmuş bir bahçe okul. Tekin akademinin asıl amacının dünyanın dört bir yanından gelen tarih, kültür ve edebiyat gönüllüleriyle sanatın, felsefenin ve bilimin doğa ile buluştuğu bir düşünce çiftliği oluşturmak olduğunu söylüyor.
Akademi kelimesi Platon’un kendi okuluna verdiği isimdir ve Atina Şehir Devletinde açık havada yapılan bu etkinliğin coğrafi adından gelir. Okul kelimesi formel yapısı nedeniyle sevgili yazarımızın hoşuna gitmeyecektir ama içinde kaybolmak isteyeceğiniz büyük kitaplığı, cam pencereleri ile doğal ışıktan ve manzaradan kopmayacağınız konferans salonu ile hatta ranzalı odaları ile, hissettiğim bu. Burası, tam merkezinde kırmızı balıklar ve su sümbülleri ile dolu gölet ve etrafında bin bir çeşit bitkinin yer aldığı, etrafta tavukların eşindiği ekolojik bir cennet. Öyle ki farklı şehirlerden gelen birbirine yabancı bunca insanın artık dost olması için bir tahta masanın kenarına ilişmesi yeterli.
Bu bahçede bunca güzel insandan sonra ilgimi en çok çeken; doğal yapının içine gizlenmiş, ondan rol çalmayan heykeller ve sanatsal izler oldu. Bahçenin patika yol kenarlarında, masif meşe bar konsolun üstünde hatta yapay göletin içinde bile bize gülümsüyorlardı. Cuma Altıntaş adında “alaylı” bir heykeltıraşa ait olduğunu öğrendiğim bu heykeller; materyalin orjinal hali korunmuş, detaylar atılmış ama güçlü özlerini korumuş Brancusi çalışmaları gibi sade ve dingindiler.
Sivas’ın Kocaoğlu köyünde doğup büyüyen altı yıl önce gördüğü bir rüyanın ardından Bodrum’a yerleşen Cuma Altıntaş kâbuslarına giren yaratıkların heykellerini yapıyor. Bir röportajında “Ailem beni Allah çarpar korkusuyla büyüttü. Çocukluğumdan beri hep kâbuslar gördüm ve hep bir ‘şey’i aradım. Ama ne aradığımı ben de bilmiyordum. Ve aradığımın yüzde yetmişini Bodrum’da buldum. İçimden bir şey beni buraya çağırdı. Bir rüya gördüm ve Bodrum’a geldim.’’ diyor.
Hiç eğitim almadan, hiç sergi gezmeden, tamamen içgüdüleriyle heykel yapan ve Bodrum’da bir barakada, ormandan geldiğini söylediği ‘kızım’ adındaki köpeğiyle yaşayan Altıntaş hem heykelleri hem de Robinson Crusoe tarzı yaşamıyla ilginç bir kişilik sergiliyor. Ezilen Anadolu kadını, rüyalarında gördüğü yaratıklar, annesine olan özlemi onun heykellerinde en çok işlediği temalar, en çok ilham aldığı konular. Bazen de heykellerine bakmaya gelenlerin ruh halinden ilham alıyor. Bir sonraki Akademi buluşmamızda yolumuz Bodrum Gündoğan’a düşerse belki de onun ince bir duyarlılıkla betimlediği bir heykele ilham kaynağı olacağız.
Doğadan değil ama benden rol çalmaya çalışan Cuma Altıntaş heykeli ile.
Bahçede gezerken amfinin arkasında Alain Valtat’ın metal bir heykeline rastladım. Konstrüktif tarzda demir malzemeden yapılmış, sarı mavi renklere boyanmış bir heykel. Ama bu boyama farklı sanki Matisse’in dediği gibi şeyleri değil aralarındaki ilişkiyi boyamış.
Alain Valtat, 16 yaşından itibaren, yani elektromekanik eğitimini bir yana bırakıp, kendi başına öğrendiği heykele ilk başladığı yıllardan itibaren, her biçimiyle imaj, renk ve konstrusiyonla ilgilenen çağdaş bir heykeltıraş. Ona göre ”Heykel bellektir, evrenselliğin senfonilerinden biridir.” Denge, konstrüksiyon ve bellek sorunlarına özen göstererek, toplumdaki çağdaş heykel eğilimlerine özellikle ilgi duyan sanatçı, ”Kavramsal ve sanal azgınlığa karşı, anıtsal heykelin kandırıcı rolünden sıyrılıp kentin bağrındaki yerini yeniden almasını diliyorum. Kentin, belleğin ve “güzelliğin” uyumlu gelişmesine katkıda bulunmak gerekir, çünkü gidebildiğimiz kadar gerilere gittiğimizde, bir site ve bir site sanatının oluştuğunu görüyoruz. Kütle, hacim; ışıkla form ya da boşlukla hacim arasındaki ilişki, formları ve yapıyı anlayabilmek için daha da ileri gidebilmenin yollarını aramak, bu yolla uzaysal gerçekliği az çok anlayabilmek; işte benim heykelle ilgili meselelerim bunlar aşağı yukarı.” diyor.
Yirminci yüzyılın ikinci yarısından itibaren ise, kendi mekanını yaratabilen, izleyicinin ve kendisinin devingenliğine bağlı olarak değişen, yeni mekan yaşantıları oluşturabilen heykel, gündelik yaşamın içine katılarak onunla yeni ilişkiler kurar. Kentsel mekanlara uygulanan bu tür düzenlemeler geniş ölçüde çevreye varlığını koyan, onu kısmen de olsa biçimleyen, değiştiren ve etkileyen ya da yeni bir çevre yaratarak insanlarla yeni ilişkiler kurabilen ürünlerdir.
Gümüşlük sahilinde gezerken gördüğümüz, fiziksel temasımıza izin veren, Japon sanatçı Ogata’nın heykeli de böyle kentsel kültüre dahil edilen bir eser. Yoshin Ogata ülkemize pek çok kere gelmiş, çeşitli şehirlerde yapılan Heykel Sempozyumlarına katılmış üretken bir sanatçı. Çalışmalarında ”su” ve ”ruhsal peyzaj” konularını işlemiş. Modern heykeltıraş doğadan aldığı konuyu doğrudan yansıtarak değil, kendi yorumunu artistik düzen içerisinde katarak, öz ve biçim arasında yepyeni anlamlar ve duyumlar ortaya koyarak, artık tanınmaz hale getirir. Yine de bu özgürlük, bir anarşi doğurmaz.
Bir diğer sanatsal çalışma Kıbrıslı bir heykeltıraşa ait. Kıbrıslı heykeltıraş deyince aklımıza Yunan Mitolojisinden Pygmalion ve onun kendi elleri ile yontup aşık olduğu güzeller güzeli Galatea gelir ama bunlar tam tersine oldukça grotesk çalışmalar. Görüldüğünde insanı korkutmaktan çok şaşırtan seramik sanatçısı Sevcan Çerkez’in korkulukları bana Neşet Günal’ın resimlerini hatırlattı. Korkuluk teması ve Anadolu insanının yüzlerinde ki derin çizgiler ortak noktaları.
Sanatçı bu çalışmalarında içinde olduğu “Ödüm Koptu” serisi için; “ Benim yarattığım heykeller korkmaya karşı dikilen korkulukların insanlara vereceği mesajlarla hayata geçtiler. Aslında onlar da kendi iç dünyalarında korktukları konularla baş etmeye çalışıp, bunların tam tersi olan duygularla isyanlarını bağlı kaldıkları yerlerden bizlere ulaştırma çabasındalar..
“Ödüm Koptu!” sergisinde, içimizdeki bazı korkuları heykellerimle izleyicilere buluşturmayı ve iç dünyalarına daha eğlenceli bakmalarını sağlamayı amaçlıyorum…” diyor. Prestijli sanatsal yarışmalardan “İngiliz Milletler Topluluğu, “Commonwealth 2009” ödülünü alan sanatçı korkuluk serisi dışında bir tiyatro oyunu için hazırladığı ilginç karikatür heykellerine de yer veriyor.
Gümüşlük Akademisi’nde geçirdiğim hafta sonu benim için gerçek bir eğitim oldu. Yazar Latife Tekin’in Dil üzerine söyleşisi, hocamız Selçuk Erez’in edebiyatın gerekliliğine ait konuşması, sevgili Ahmet Coşkun’un bilinçaltı fenomolojisi, tüm paylaşımlar… Oraya giderken bu satırlarda paylaştığım heykeltıraşları ve çalışmalarını bilmiyordum. Hepimizden paylaşımlarımız istendiğinde sanat tarihine tutkun biri olarak heykeller aklıma geldi ve araştırmaya başladım. Akademi kelimesinin etimolojik kökenini tam karşılayan Gümüşlük Akademisi’ni bir okul olarak değerlendirmekte haksız mıyım? Okul dediğimiz bizi düşünmeye araştırmaya sevk eden, bunları eyleme dönüştüren yerden başka nedir ki?
Bu güzel hafta sonu için Dr. Ali Özyurt ve Dr. Ayşegül Tözeren çok teşekkürler …