Efendim bir zamanlar dünya üzerinde yaşayan insan soyu, göklerde yaşayan tanrılarla doğrudan ilişki halinde olduğunu söyleyen “kutsal” din adamlarına inanırlarmış. Çaresiz kaldıkları her zorluğun hallinde, özellikle de hastalanıp yatağa düştüklerinde bunlardan medet umarlarmış. Eh, o zamanlar “iyi olursa Allah’dan, iyi olmazsa hekimden” şiarına sahip olmadıklarından kaderlerine razı olup, kahinin ya da büyücünün eline bakarlarmış.
Gel zaman git zaman riski düşük, getirisi o zamanın şartlarına göre oldukça verimli olan bu mesleğe ilgi artmaya başlayınca bu “sağaltıcı” ların da sayısında artışlar gözlenmiş. Binlerce yıl önce yaşamış “prototip” meslektaşlarımız, doğrusu bize göre çok daha konforlu bir hayat sürmüşler. Ne de olsa meslek “kutsal”, meslek “denetime kapalı”, meslek “sınıfsal ayrıcalıklı”, meslek “pazarlığa kapalı”, meslek “bilim” denen şeytan icadından bihaber. Bir iki kerameti kendinden menkul dua, oradan buradan toplanmış otlardan yapılma tütsü, mümkünse davudi bir ses tonuyla hitabet, süslü ve pahalı kıyafetler(gerçi günümüzde de giysi önemli), uzak diyarlardan gelen gezginlerin tavsiye ettiği otlarla yapılmış ilaçlar ve biraz da din sosu.
Bilmiyorum ben mi yanılıyorum ama geçmiş çağlarda hastası iyileşmedi diye bu kutsal sağaltıcılardan dayak yiyen, öldürülen olmamıştır sanırım. İşte o “güzel” zamanların o güzel insanları maalesef kozmosun külleri arasına karıştı gitti. Bilim denen şeytani tanım yapıldı yapılalı, bize de bu dünyada huzur kalmadı. Ne güzel geçinip gidiyorduk kendi halimizde. Septisizm denen bir şey icad ettiler batıda. Bir olgunun varlığını kanıtlamak için deney gerektiği, üstelik bunun kesinleşmesi için de, aynı deneyin sayısız kere yinelenerek aynı sonucu vermesi gerektiği söylendi bilim adamları tarafından. Yandı gülüm keten helva. Bizim “sağaltıcı” atalarımız, kutsal din adamlarımız çok şaşırdılar bu gelişim karşısında. Fakat adamların haklılığı kısa sürede anlaşıldı. Gözlem yapıyorlardı, deney yapıyorlardı, sonuçları kayda geçirip defalarca tekrarlıyor, sonra da işe yaradığını görüp ilaçların formülünü bütün insanlıkla paylaşıyorlardı. İnsanlık tarihi için pek de uzun sayılmayacak bir süre sonunda “sağaltıcılık” gözden düştü. Artık “doctore” ler peydahlanmıştı. Latincede öğretmen anlamına geliyordu bu sözcük. Öğrendiğini öğreten insanlardı bunlar. Bilimin ışığında ilerlemeye başlayan sağaltıcılık bir süre sonra profesyonelleşmeye başladı. Önceleri astroloji, felsefe, matematik, hatta siyasetle yakından ilgilenen bu insanlara o kadar çok rağbet edildi ki, sonunda sadece bu işe odaklanmak zorunda kaldılar. Tıp bilimi kırmızı şapkalı kızın ıssız bir korulukta yürüyerek ninesine yemek götürüşü kadar savunmasız ve masum ilerliyordu. Hain kurt fazla gecikmeden onu fark etmişti bile. Saklandığı ormanında açlığını bastırmak için yeni bir yem çıkmıştı önüne. Makyavelli’nin sapık düşüncelerinin çirkin eseri kapitalizm ejderhası bilimin iştah açıcı fırsatlar barındırdığını çabuk fark etmişti. Ona göre üretilebilen ve pazarlanabilen her şey zenginleşmenin anahtarıydı.
Önce ilaç üretilmeliydi. Sonra ilaç satıcıları, sonra hastaneler, sonra, evet evet sonra doktorlar üretilmeliydi. Yapılanın tüm insanlığa yararlı olduğuna herkes inandırılmalıydı. Öyle de yapıldı. Doktorlara ayrıcalıklı insanlar oldukları fikri pompalandı yüzyıllarca. Hastalar da buna inandırıldı. Doktor “kutsal”dı hala. Ama tedavileri kutsal olmaktan çıkmıştı artık. Sonuçları irdeleniyor, başarılı olup olmadıkları tartışılıyordu kamuoyunda. Hastalık hala çok, doktor hala azdı. Kapitalizm bu arz-talep dengesinin bir süre böyle devam etmesine ses çıkarmadı. Doktorlar giderek zenginleşirken, ilaç firmaları onlardan fazla zenginleşti. Bir zaman sonra şeytanın aklına “sigortacılık” denen icat geldi. Öyle ya, “bir koyundan bir değil iki post çıkartmazsam bana da Makyavelli demesinler” demişti ataları. Üretilen mal bir de sigortalanıyordu artık. Malı alırken ayrı para, korumak için ayrı para ödenecekti bundan kelli. İlahlar böyle istiyordu. Doktorlar için çanlar kulakları sağır edecek şekilde çalmaya başlamıştı artık. Sağlık hizmetleri sigortalanmaya başladı. İnsanlığı ilgilendiren bu kadar önemli bir sektör şahısların keyfiyetine bırakılamayacak kadar önemlidir diyordu baronlar. Sağlık kamuya da emanet edilmemeliydi. Zaten kamu adına sağlığı yöneten politikacılar da onların işçisi değil miydi? Hiç itiraz etmediler. “Sağlıkta özelleşme” diye cafcaflı bir isim bulundu alelacele.
Doktorların kazançları gözlerine batmıştı baronların. Her ülkede farklı yasalar çıkarıldı. Özel hastanecilik hızla yaygınlaştırıldı. Önce devletin kasasına el uzatılmayarak halkın iştahı kabartıldı. Sonra kamu kaynakları özel hastanelerin emrine verildi. Artık doktorlar da üretim çarkı içindeki diğer “ara mal” lar gibi alınıp satılan bir meta haline gelmişti. İşveren ne derse o olacaktı bundan böyle. Doktor ne kadar fazla para kazandırırsa sahibi de o kadar mutlu olacaktı.
Bir süre sonra hastalara “doktordan şikayetçi olma” müessesesinin erdemlerini, bunun karlı ve tatlı bir kazanç kapısı olduğunu anlatan medya haberleri yapıldı ardı ardına. Avukatların doymak bilmeyen iştahları bu yönde kabartıldı. Sigorta şirketleri bu yolla doktorlardan aldığı primlere insafsız zamlar eklemeye başladı. Hastaların dikkati alınan ücretlerin fahişliği ile ilgilenmelerini önlemek için doktorların eylemini sorgulamaya yönlendirilmişti. Hain kurt kocaman çirkin burnunu da, sivri dişlerini de, kıllı kulaklarını da saklamaktan çekinmiyordu artık.
Bir zamanların “kutsal hazine avcısı” doktorluk mesleği hızla değer yitirdi. Artık doktorlar kapitalizm canavarının elinde oyuncak olmuştu. Hukuk, iktisat, sosyoloji, basın, aklınıza gelen ne kadar kavram varsa hepsini kendi çıkarları için kullanmada ahlaksız bir hırsızdan farksız davranan canavar, doktorlu da maskara etmişti sonunda.
Emekliliğini geçirdiği sahil kasabasında, deniz gören evinin verandasında oturan yaşlı meslektaşımı düşünüyorum. Bir yandan sallanan koltuğundan gelen gıcırtıya kafasını takıp, bir yandan da birasını soğuk tutmanın yöntemini ararken genç meslektaşlarının düşürüldüğü durumu sorguluyor mudur dersiniz? Hiç sanmam.
Kırmızı şapkalı kızı yine kırmızı şapkalı başka kızlar kurtaracak dostlarım. Ormandan yalnız başlarına değil, hep birlikte “halk otobüs”lerine binerek geçmeliler bundan sonra. Tehlike hiç olmadığı kadar büyük, hiç olmadığı kadar acımasız ve dehşetli. Bir araya gelmek, birlikte yürümek, birlikte direnmekten başka çözüm yolumuz kalmadı. Çağımızın hastalığı “ bireysel çözüm bulma” saplantısından kurtulmak zorundayız. Sistemin dayattığı bir aldatmacadır bireysellik martavalı. “Sosyalleşmek” her zaman ilaçtı, yine öyle olacak. Meslek örgütlerinize sahip çıkınız. İlk başta söylemem gereken sözü sona sakladım. “ Allah kimseyi örgütsüz bırakmasın”.
Sağlıcakla kalın.