22 yaşında bir arazi aracım var. Haliyle kömür madeninde doktor olunca şehir merkezinde değil de dağlarda, tepelerde çalışıyorum. Engebeli yollardan işime ulaşıyorum. Cep telefonumun çekmediği, ortalarda insanların pek gözükmediği yerler buralar. Kışın kar yağdı mı hele, arazi aracım iyi ki var diyorum, işime giderken. Eski olunca da gözüm kapalı vuruyorum bu yollara.
Madende işyeri hekimi olmak
Haliyle bir plazanın güneş gören, deniz manzaralı, klimalı bir odasında değilim. Odama girip çıkan insanların da üstü başı pek öyle pırıl pırıl değil. Beyaz yakalı hiç değiller. Hatta mavi yakalı demek bile mümkün değil günlük ziyaretçilerim olan madencilere.
Kazalıların hızla ulaşabilmesi için ocak ağzında konuşlanmış olan bir odam var madende. Düzenli kaza olur bizim bu madenlerde! Hazırızdır her zaman bu yüzden, biraz da duyarsızlaşmış bir hazırlık halidir bu.
Penceresinden ocaktan henüz çıkmış ya da madene girmeye hazırlanan madencilerin telaşesini izleyebiliyorum odamın. Manzaramda tahkimatta kullanılan çam ağaçlarından yapılma maden direklerinin istif edildiği bir de direk harmanı alanı var. Yük boşaltmak için kamyonlar geldiğinde işçi sağlığı ve güvenliği yönüyle mükemmel malzeme çıkarıyorlar bu alanda bana. Bir de hızar ekibinde olan, elindeki benzinli motor testereyle çalışırken bile ağzından sigaranın düşmediği Kurt lakaplı KOAH’lı işçimizin de hakkını yememem lazım. Onun da şirket içinde eğitimlerde kullanılmak üzere mükemmel örneklerini bu pencereden görmem mümkün. Gerçi bazen o kadar vahşi olabiliyorlar ki işte o anlarda bakamadığımı da utanarak söyleyebilirim sizlere.
Odamın içine gelirsek, duvarları kömür tozundan kararmış odamda temizlik birinci şart. Yoksa 3 ay içinde bir daha gerçek renginde bir eşyamı görmem mümkün değil. Dolapların tozlu rafları, üzerlerine ILO okuyucu raporu iliştirilmiş yüzlerce akciğer grafileri ile dolu. Yine kömür tozuna bulanmış bu raflarda, işçilere ait, gizliliğine özen gösterdiğim sağlık dosyalarının olduğu klasörlerin yanında bir de Zonguldak’taki bir işyeri hekiminin olmazsa olmaz gerçeği olan pnömokonyoz klasörleri dizili. O kadar çoklar ki, onlar bile tozlandı artık. Odada kömür kokusunu almamak mümkün değil. Ama daha ağır bir his var içeride esasında. Bir hekim olarak aldığım ve belki de işçi sağlığı ve güvenliği gönüllüsü birkaç insanın koklayabileceği meslek hastalığı ve iş kazalarının kasveti de var halihazırda bu odada.
Bir çok işyeri hekiminin olabileceği gibi benim de 22 yıllık hekimliğimin son 15 yılında düzenli olarak (!) büyüklü küçüklü, hatta ölümlü iş kazalarını yaşamış olduğum, yüzlerce meslek hastalığı vakası ile başbaşa kaldığım, meslek hastalığına yönelik tıbbi tanısını kendisine aktarmak zorunda kaldığım, bazen ağlayıp, bazen güldüğüm, bazen tehdit edilirken bazen elimin öpülmeye kalkıldığı işyerindeki bu odamın çok hikayesi var aslında.
Kömür tozuna bulanmış duvarlarının şahitliğinde, sıklıkla ülkemdeki işçi sağlığı ve güvenliğine yönelik sorunların tıbbi ve teknik boyutundan çok daha fazla kereler sosyal sonuçlarını yutkunarak yaşadım bu odada.
Üstündeki örtüleri hergün defalarca kömür karasına bulanan emektar sedye, sedyenin başucundaki acil müdahale malzemelerimizin olduğu pansuman arabası, kömür tozu ile kaplanmış örtüsünün altında kullanılmayı bekleyen defibrilatör, tekerlekli sandalye, arka duvarda asılı duran koltuk altı değneği, yine duvarda asılı otomatik eksternal defibrilatör, kapıp gitmek için heran hazır tuttuğum ilkyardım çantası…Hepsi ve daha birçoğu acil durumların her an yaşanabildiği gerçeğini vuruyor insanın yüzüne adeta. Odanın çok kullanılmışlığını gösterirken, sakatlıkları, ölümleri, yaşanmış acıları da vuruyor yüzüme.
Bir işçim geldi geçenlerde odaya, Mehmet. Saat henüz sabah 08:05. Ocaktan yeni çıkmış. Gece 12’de girmiş yani. Biz uyurken o yerin 300 metre derinliğinde kömür kazmış. Alnı terli, kömür karası yüzünde sadece gözlerinin beyazı var siyah olmayan. Yürüdükçe elbisesinden kömür tozu dökülüyor. Burnunun içinin kapkara olduğunu görmek için çaba sarfetmeme gerek yok. Birazdan konuştukça ağzının da içinin karardığını göreceğimi biliyorum zaten, alıştım artık bu görüntüye. Kirpik dipleri sürme çekmiş gibi kapkara. Gözlerde ışıltıyı merak ediyorsanız o yok… Üstünde renkleri kaybolmuş bir kazak var. Bir dakika bu kazağı hatırlıyorum. Evimde kullanmadığım giysilerimi bir süre önce ihtiyacı olan insanlara versin diye ocak puantörüne vermiştim. O da işçilere dağıtmış anlaşılan. İş kıyafeti olmuş anlayacağınız benim eski kazağım. Diğer işçiler gibi o da eski kazakları, pantolonları iş kıyafeti yapanlardan.
Mehmet benden dört yaş küçük. Eşinden ayrılmış. Vardiyalı çalışma, köylerden gelen bu insanların sadece hafta sonları evlerine gidebiliyor olmaları, düşük gelir seviyesi, bunların sonucu gelişen ahlaki erozyon, iş kazalarına ve meslek hastalıklarına bağlı sakat kalma ve ölümler, aile baskısı ile yapılan erken ve yanlış evlilikler vb. sebepler gözümün önünden geçiyor biran. Kendileri açmazsa sormuyorum ama sormam gerektiğini düşündüğümde bir hekim olarak da ister istemez bu acı hikayeleri dinliyorum onlardan. Madencilik sosyal hayatlarını da vuruyor bu insanların, onların gizli gerçeklerinde…
Mehmet’in iki kızı varmış, 6 ve 9 yaşlarında. Eşi gidince annesi bakmaya başlamış. Anne de yatalak hale gelince çocuklarının ortada kalması sebebi ile benden yardım istemek için o sabah yanıma gelmiş Mehmet. Ürkek bir şekilde girdi odaya ve ilk cümlesi “hocam şirket zarar görmezse…” diye başladı Mehmet’in.O anda acı bir gülümseme ile, karşımda kendini her şeyi ile işverenin emrine bırakmış, tek varlığı olan çocukları için isteyeceği birşeyde bile “önce şirket” koşullamasına baskılanmış bir insanın karşımda olduğunu hissettim ve yutkundum. Buna benzerlerini çokça yaşıyordum zaten. Meslek hastalığı tanısı koyduğum işçiler çalışmak istiyorlar ve “şirkete zarar gelmesin, ben herşeyi imzalarım” diyebiliyorlardı, en değerli varlıkları olan sağlıklarını, farkında olmadan, bilgisizce, pervasızca pazarlamak isterken. Şirket zarar görmezse onlar için sorun yoktu.
Mehmet’in şirkete zarar vermeden (!) kendisi için istediği şey malulen emekli olabilmekmiş. 1 yıl önce inguinal herni sebepli ameliyat olmuştu ve sonrasında yara yerinde çeşitli komplkikasyonlar gelişmesi sonucu 6 ay kadar da çalışamamıştı Mehmet. İşe dönüş muayenesinde ve sonraki periyodik muayenelerinde madende geri hizmetlerde çalışması gerektiğine karar vermiş ve insan kaynaklarına bildirmiştim. Mehmet’in başka bir hastalığının olmaması sebebi ile bu raporu almasının mümkün olmadığını, çocuklarına sahip çıkabilmesi adına oturduğu köyünün bağlı olduğu ilçede bir arkadaşımı arayıp ona iş isteyebileceğimi söyledim, ama kabul etmedi. “Ben madenciyim başka bir iş bilmem hocam” dedi ve ekledi, “Bana malul raporu verecek doktor yok mudur?”.
Çıkarken söylediği “şirketin zarar görmesini istemem hocam, patronlar sorarsa böyle bilsinler” cümlesi ve başını ve gövdesini öne eğip, geri geri çıkışı ile korku dolu ruh halini üstümde bırakarak odamdan ayrıldı Mehmet.
Esasında daha önce de çok kereler başka işçilerle de Mehmet’in bende bıraktığı bu ruh halini hissetmiştim o koltukta. İşçi sağlığı ve güvenliğinin fizik muayene, grafiler, tetkikler, ölçümler, teknik, idari önlemlerden ibaret olmadığını, bunların sadece birer araç olduğunu biliyordum. Çalışma hayatının insan odaklı değil, ürün odaklı yönetimi sonucunda yaz-çiz-kopyala-yapıştır şeklinde risk değerlendirmeleri ile,İSGKATİP’de varlık – yokluk üstünden ölçeklendirilerek oluşturulan yeni değer yargısının acımasızlığıydı bu yaşatılanlar.
Bireyin en temel hakkı olan ailesini koruma şansını bile elinden alan acımasız bir çalışma ortamında, esasında madende çalışmak da çok önemli değildi bana göre. En iyi çalışma ortamlarının da insan için değil üretim için kurgulanmakta olduğu kanaati ile bu sürecin kırılması için insan odaklı bir zihniyet oluşması gerektiği düşüncesi ile yeniden yutkunarak, Mehmet’in odadan çıkışını izledim.
Bu arada unutuyordum. Mehmet’in son sorusuna yanıtım “bilmiyorum” oldu. Çünkü usulsüz bir çözüm beklentisi vardı Mehmet’in. Ben gerçekten bu tür raporlar verebilecek meslektaşlarım var mı bilmiyorum ve açıkçası öğrenmek de istemiyorum.
Kapı tekrar açıldığında ellerinde işe giriş evrakları ile bir madenci adayı geldi karşıma. Saati de 8:40 yapmıştım. 24 yaşındaydı Erkan. O da Zonguldak’ın bir ilçesinin bir köyünde yaşıyordu. İlkokul mezunuydu. 12 yıldır madenciydi! 1-2 yıllık askerliği çıkarırsak ilkokul bitince ocağa girmişti o da, birçok köylüsü gibi. Kaçak ocaklarda çalışmıştı. Babası iş kazasında ölmüştü, madende göçükte kalmıştı. Birazdan, sohbetimizde amcasının da meslek hastalığından öldüğünü anlatacaktı bana. Bu kadar olumsuzluğa rağmen hala madenci olmak istiyordu. “İş yok” diyordu. “Kaçak ocaklarda neden çalıştın” dediğimde, aylığının “200 TL” fazla olduğunu ve ayrıca “ton başına da para aldığını” anlattı bana. Performans sistemi çoktan madenlere girmişti yani…
3 çocuk yapmıştı o da, yukarıdan gelen emre uymuştu. Neden 3 çocuk dediğimde yutkundu, o da diğerleri gibi siyaset yapmaktan korkuyordu. Bu yüzden de sendikasızlardı. Zaten sendikaları da sarı sendika olmuştu çoktan madencilerin.
Muayenesini yapıp formunu doldurdum Erkan’ın. Elleri ve yüzünde yanık izleri vardı. Kaçak ocakta grizu patlamasını yaşamıştı. Uzakta kaldığı için ölmemişti anlattığına göre, ama arkadaşının yanmış cesedini o çıkartmıştı ocaktan dışarı.
Elindeki tetkikleri istediğimde Meslek Hastalıkları Hastanesinin raporuna göre Erkan’da pnömokonyoz vardı. 24 yaşında, 3 çocuk babası, madencilikten başka bir iş bilmediği, başka bir iş yapamayacağı kendisine kabul ettirilmiş, kazalara, ölümlere rağmen hala madencilik yapmak isteyen Erkan’a madencilik yapamayacağını anlatacaktım önümüzdeki o birkaç dakika içinde. O birkaç dakika içinde geçmişinin hatalarını ona aktaracak ve kendisinin ve ailesinin geleceğini madencilikten başka bir işle kurgulaması gerektiğini söyleyecektim. Yeniden yutkundum ve başladım. Daha öncekiler gibi. Ben onlara “sağlığınız” dedikçe onlar bana “işimiz” diyorlardı. Ben “nefes” dedikçe onlar “ekmek” diyorlardı. Ben “ölüm” dedikçe onlar “kader” diyorlardı. Ben de haklıydım onlar da. Çünkü yaşadıklarımdan gördüğüm, bildiğim çok net bir şey vardı. Ülkemde, vatandaşının çalışma yaşamından kaynaklanan sorunlarını para odaklı, tazminat kurgusu ile çözen bir “sosyal devlet” (!) vardı. Her şeyin rakamsallaştırıldığı bu ülkede, pnömokonyoz tanısı almış bir madencinin %3-5 maluliyet oranı ile meslek hastalığı havuzuna bile alınmayacağını, ama mevzuat gereği de işsiz kalacağını, esasında %100 malul olacağını yaşayarak görüp öğrenmiştim.
Devleti temsil edenlerin meslek hastalıklarının sayılarını realize etme amaçlı olarak politika belgesine 2009 yılında koyup 2014 yılında çıkardıkları bir hedef vardı. “%500 arttırmak.” Yaşadıklarımdan öğrendiğim, bu hedefin ve bu sloganın, skor peşinde koşan kart zamparaların yaptıklarından bir farkı olmadığıydı. Sadece rakam, sonrası mı? Bilinmiyor…
Erkan’ı tozsuz ortama aldığımda, yani yerüstüne çıkarttığımda emeklilik süresi yıllarca uzuyordu. Yerüstüne çıktığı için maaşındaki vergi muafiyeti de kalkınca al sana yeni iki mağduriyet. Zaten sağlığı ile ilgili en temel organlarından birisi etkilenmişti Erkan’ın. Ama kime ne? Zaten “tanı koymama” üstüne oluşturulmuş bir sistem varken, tanı alanların ek mağduriyetlerinin çözülmesini beklemek ülkemde yaşayan bir hekim için henüz hata herhalde…
Risk değerlendirmeleri, ölçümler, isgkatip vb. yöntemlerle insan hayatının rakamsallaştırılarak önemsizleştirilmiş hale getirildiği ülkemde, bir de ölümlü kazalardan sonra “tüm camilerimizde ve İmam Hatip Liselerimizde Yasin-i Şerif okuttuk” diyerek halkına seslenen devlet büyüklerimizin olduğunu bilince, çözüm beklemek ancak Thomas Moore’un Ütopya’sında olur herhalde.
Saat 9:10 olmuştu. Meslek hastalığı tanı süreçlerini birlikte yaşadığım diğer birçok madenci gibi Erkan’da o soruyu sordu bana, “Bu işleri yapmayan şirket var mı hocam, oralarda çalışabilir miyiz?”.
Son 1 saatte doktorluk kısmı ile doğru yaptığını düşündüğüm her şeyin hekimlik boyutu ile eksik kaldığı duygusu ile Erkan’a da Mehmet’e verdiğim yanıtı verdim. “Bilmiyorum”. Erkan kaçak ocaklarda çalışmak üzere odamdan arkasına bakmadan ayrıldı. Kararlıydı, ölecekti. Madende ya da madenden…
Bu kadar takip, program, tetkik, rapor, inceleme, harcama, toplantı, malzeme, eğitim… Adı ne olursa olsun. Yapılan bu kadar şey ne içindi…
Bilmiyorum…
Dr. ATINÇ KAYINOVA
Fotoğraflar: Hasan KOCA