Firdevsi’nin Şehnamesinden sezaryenle doğum sahnesi.
Minyatür, çok ince işlenmiş ve küçük boyutlu resimlere ve bu tür resim sanatına verilen addır. Orta Çağda Avrupa’da elyazması kitaplarda baş harfler kırmızı bir renkle boyanarak süslenirdi. Bu iş için, çok güzel kırmızı bir renk veren ve Latince adı “minimum” olan kurşun oksit kullanılırdı. Minyatür sözcüğü ‘ miniare; kırmızı ile boyanan’ kelimesinden türetilmiştir. Türkiye’de eskiden resme “nakış” ya da “tasvir” denirdi. Minyatür sanatçısı için de “resim yapan, ressam” anlamına gelen nakkaş ya da musavvir denilmiştir.
Fotoğrafın olmadığı dönemde padişahların tahta çıkış törenleri, savaşları, yolculukları, şehzadelerin sünnet düğünleri, giysiler gibi konularda çok değerli belge niteliğinde minyatürlü kitaplar üretildi. Kuran’da resmi yasaklayıcı bir hüküm yoktur, ancak çeşitli dönemlerde yorumlanan kimi hadisler canlı varlıkların suretinin yapılmasını engellemiştir. İşte bu nedenle İslam dünyasında resim, Hıristiyan toplumlarda olduğu gibi din öğretisini yaygınlaştırmak amacıyla kullanılmamış minyatürler daha çok edebiyat, bilim ve tarih konulu el yazma kitaplarda yer almıştır. İslam minyatür sanatı, zaman ve mekâna sığdırılamayan bir Tanrı kavramına dayanan İslam öğretisinin öngördüğü soyut dünya görüşü doğrultusunda kendine özgü kurallar geliştirmiş ve katışıksız renkler, belirgin kenar çizgilerini yeğleyen gölgesiz, iki boyutlu bir resim anlayışını benimsemiştir. Nakkaşlar, kitabın metninde anlatılan olayları resimlerken ışık, gölge, perspektif veya renk değerleri gibi Avrupa resmine özgü unsurları aramamışlardır. Nesneleri ve canlıları çoğu kez doğadan soyutlamış, onları gerçek görünümlerinden farklı birer bezeme motifine dönüştürebilmişlerdir. Başka bir deyişle doğadan alınmış öğeleri birer soyut nakış öğesi gibi işleyen ustalar, yüzyıllar boyunca doğayı en gerçek görünümüyle yansıtma çabasını göstermiş batılı ustaların tersine, doğadan bağımsız bir gerçeği aramışlar, daha çok düşündüklerini, tasarladıklarını resmetmişlerdir.
Minyatür ve tıp deyince hemen aklımıza Şerafettin Sabuncuoğlu gelir. Fatih Sultan Mehmet döneminin en ünlü hekim ve cerrahlarından olan Sabuncuoğlu Şerafeddin 1386 yılında Amasya’da doğmuştur. Amasya’daki Bimarhane’de 17 yaşında hekimlik yapmaya başlamıştır 14 yıl boyunca da çalışmalarını sürdürmüştür. Şerafeddin Sabuncuoğlu iyi bir hekim ve çağdaş anlamda özgün bir bilim adamıdır. En önemli çalışması, Cerrahiyyetü’l Haniyye adlı 1465 yılında yazılan yapıtında arı ve yalın bir Türkçe ile uygulamalarını anlatmakta ve renkli resimlerle de göstermektedir.
Hemen hemen tüm cerrahi branşlarda özellikle dağlama, koterizasyon traksiyonla ilgili ayrıntılı minyatürler öğretici niteliktedir.
Kadın hastalıkları ve doğum bölümü kullanılan aletlerle ve muayene yöntemleri ile tasvir edilmiştir. Araştırmamda sezaryen uygulaması ile ilgili bir bilgiye rastlamadım.
Gelelim sezeryan ile doğumu minyatürle tasvir edilen Rüstem’in hikâyesine. İran millî kahramanlık anlatılarının en ünlü karakteri Rüstem’dir. “Rüstem” sözcüğü, “reuze” ve “tehem” kelimelerinden oluşmuş bir bileşiktir. “Tehem”; Eski Farsça ’da;“cesur” ve “kahraman” anlamındadır. Rüstem, altı yüz yıl yaşamıştır. Eski İran’da egemenlik sürmüş ünlü hükümdarlardan Keykubad, Keykavus ve Keyhüsrev dönemlerinin dünya kahramanıdır. Her üç hükümdarın egemenliğinin de, en büyük dayanağı onun varlığıydı. Akıllılığı ile cesaretini birleştirerek ünlü kişiliğini elde etmiş Rüstem ve adı etrafında çeşitli dönemlerde değişik kişiler tarafından kaleme alınan efsaneleri İran mitoloji ve hikâye tarihinin en önemli konuları arasında yer alır.
Dünya pehlivanı Rüstem, yine İran millî kahramanı ak saçlı Zâl’ın, Kâbul hükümdarının kızı Rûdâbe ile evliliğinden dünyaya gelmiştir. Onun doğumu da, yaşantısı gibi olağanüstü, efsanevî ve şaşırtıcıdır. Fars edebiyatında birçok efsanenin temel karakteri olan Sîmurg’un Rüstem’in hayatında çok önemli bir yeri vardır. Simurg farsça otuz kuş demektir. Bir diğer ismiyle Zümrüdü Anka efsanevi bir kuştur. Pers mitolojisi kaynaklı olsa da zamanla diğer Doğu mitoloji ve efsanelerinde de yer edinmiştir. Simurg, Rüstem’in babası ünlü İranlı kahraman Zâl’ı yaşadığı dağda bulmuş, onu beslemiş ve büyütmüştür.
Zâl, Sîmurg’dan ayrılacağı zaman bir tüyünü kendisine vererek ihtiyacı anında onu ateşe attığında haberin kendisine ulaşacağını ve yardımına yetişeceğini söylemiş. Rüstem’in doğumu yaklaşıp da, Rûdâbe büyük sıkıntılarla yüz yüze geldiğinde Sîmurg’un dediğini yapmış ve onun yardımlarıyla Rûdâbe’nin karnını yararak Rüstem’i dünyaya getirmişlerdir.
Efsanenin devamı Firdevsi’nin Şehname’sinde geçtiği şekilde özetlersek; bir gün Rüstem avlanırken önce yolunu ve sonra da gece uyurken atını kaybetmiş. Atı Rakş’ı bulacağım derken düşman topraklarına, Turan’a girmiş. Ama namı kendinden de önce gittiği için tanıyıp iyi davranmışlar ona. Turan Şahı misafir edip bir şölen vermiş. Yemekten sonra odasına çekilince şahın kızı içeri girip Rüstem’e aşkını anlatmış. Ondan çocuğu olmasını istediğini söylemiş. Güzelliği ve diliyle onu kandırmış; sevişmişler. Sabah Rüstem doğacak çocuğa kendinden bir işaret, bir bileklik bırakıp ülkesine geri dönmüş.
Doğan çocuk Sührab yıllar sonra anasından babasının efsanevi Rüstem olduğunu öğrenince demiş ki: ‘İran’a gideceğim, zalim İran Şahı Keykavus’u tahttan indirip yerine babamı geçireceğim. Sonra buraya Turan’a döneceğim ve Keykavus gibi zalim Turan Şahı Efrasiyab’ı (Alp Er Tunga) indirip yerine kendim geçeceğim! O zaman babam Rüstem ve ben İran’ı ve Turan’ı yani bütün cihanı adilane yöneteceğiz!’ Böyle demiş saf ve iyi kalpli Sührab, ama düşmanlarının kendinden daha sinsi ve kurnaz olduğunu anlayamamış. İran ile savaşacak diye Turan Şahı Efrasiyab niyetini bilmesine rağmen onu desteklemiş, ama babasını tanımasın diye casuslar da katmış ordusuna. Hilelerden, kötü kaderin oyunu ve yüce Allah’ın gizli rastlantılarından sonra, efsane Rüstem ile oğlu Sührab arkalarında askerleri, savaş alanında zırhlar içinde oldukları için birbirlerini tanıyamadan karşı karşıya gelmişler. Zırhlar içindeki Rüstem, karşısındaki cengâver bütün gücünü toplamasın diye kim olduğunu zaten hep saklarmış. Gözü babasını İran tahtına oturtmaktan başka bir şey görmeyen çocuk kalpli Suhrab da zaten kiminle savaşacağına dikkat bile etmiyormuş. Böylece bu iki iyi ruhlu, büyük savaşçı baba oğul, askerleri arkada onları seyrederken öne atılıp kılıçlarını çekmişler. Birinci gün zırhlar içindeki iki cengâver dövüşe tutuşur ve saatlerce boğuştuktan sonra, birbirlerini yenemeden kan ter içinde geri çekilirler.
İkinci gün gene ordular karşılıklı sıralanır, gene zırhlar içindeki baba oğul öne atılıp birbirlerine acımasızca girişirler. Uzun dövüşten sonra o gün talih Suhrab’a güler ve Rüstem’i atından düşürüp altına alır. Hançerini çekmiş, öldürücü darbeyi yakından babasına vurmak üzeredir ki yetişip şöyle derler: İran’da, düşman cengâverin kellesini ilk seferde almak gelenek değildir. Öldürme onu, çiğlik olur. Sührab da babasını öldürmez.
Üçüncü gün ise kavga merakla beklediğimin aksine, bir anda biter. Rüstem Sührabı atından düşürür ve kılıcını bir hamlede göğsüne daldırıp öldürür onu. Olayın hızı, dehşeti kadar şaşırtıcıdır. Bilekliğinden öldürdüğünün oğlu olduğunu anlayınca Rüstem yere diz çöker, oğlunun kanlı cesedini kucağına alır ve ağlar.
Sezaryen sahnesinin ele alındığı tek minyatür Firdevsi’nin Şehname ’si değildir.
Biruni’nin “Al-Athar”ında sezaryenle doğum sahnesi.
Bu minyatürde, kafa travması sonrası ölmüş annenin karnından bebeğin üç gözlemci ve bir cerrah tarafından alınması tasvir edilmiştir.
Sonuç olarak minyatür sanatı genel kanının aksine yüzeysel ve üstü kapalı davranmamış, hem kitap metnini desteklerken hem de okurun hayal gücünün sınırlarını genişletmiştir.