Atilla İlhan bir yazısında uygarlığın tanımını yaparken “doğa ve toplum çelişkisinin üst düzeye ulaştığı sentez değil mi?” diye soruyor ve sonuca da ulaşıyordu; uygarlık insanın doğa üzerinde kurduğu tahakkümdür! Kanımca uygarlığın bundan daha kısa, anlaşılır ve net tanımı yapılamazdı.
XvIII. yüzyılda başlayan XIX. yüzyılda hız kazanan ve XX. yüzyılda kimyasalların da yoğun bir şekilde üretime ve tüketime girmesi ile “zirve” yapan endüstriyalizm bugün dünyamızın her tarafında, her sistemin içinde insanlığın önüne “ilerlemeciliğin”, “kalkınmacılığın”, “gelişmeciliğin” tek anahtarı olarak koyuluyor. özellikle de XX. yüzyılın ikinci yarısından itibaren daha da vahşileşen kapitalist sistem insanlar için gereksiz lüks tüketimi kamçılayarak; üretimin de artmasını sağladı ve bu durum XX. yüzyılın başından itibaren ortaya çıkan; çevre sorunlarının daha ağırlaşmasının temel nedeni oldu. 1970’li yıllardan itibaren insanlığın daha çok yüzleştiği; küresel iklim değişikliği, küresel iklim değişikliği sonucu ortaya çıkan sapkın iklim olayları, nükleer kazalar, tarımsal üretimin kirlikten etkilenmesi, bazı türlerin nesillerinin tükenmesi, su kaynaklarının özellikle tehlikeli kimyasallarla kirletilmesi, ozon tabakasının delinmesi sonucu zararlı güneş ışınlarının da yeryüzüne ulaşması karşılaşılan çevresel soruların sadece birkaçı idi. Üretim ve tüketimin zirve yaptığı ABD’de bile sorun tartışılmaya başlanmıştı ve 1997’de Harvard Üniversitesi “Uluslararası Kalkınma Enstitüsü” direktörü Prof. Jeffrey Sachs “çevre konusunda önceden kestirilmesi mümkün olmayan gelişmeler dönemine giriyoruz, çok önemli problemlerle karşı karşıya kalacağız, bu sorunun yanıtlarını bilmiyoruz” demişti. Aslında sorunun yanıtları ve çözümü aşağıda da tartışacağımız gibi oldukça basitti. Tüm bu gelişmelerin sonucunda da XX. yüzyılın son çeyreğinde ekolojik hareketlerin doğdu ve kısa bir zaman diliminin içinde güçlendi vrupa, Avustralya ve yeni zelanda’da doğan ekolojik hareket temel olarak endüstriyalizme karşı çıktı.
Sınırsız üretime karşı; gerektiği kadar üretimi, aşırı ve lüks tüketime karşı yeteri kadar tüketimi savundu. çevrenin bir bütün olarak ele alınması; merkezine de doğadaki tüm canlıların konması ekolojik hareketin temel noktası olup; özellikle üretim için doğal kaynakların tüketilmesi, üretim ve tüketim sonucu ortaya çıkan atıklarla ekosistemlere zarar verilmesi ve bunların sonucunda türlerin zarar görmesi ekolojik politikaları savunan bireyler açısından kabul edilemez bir durumdur.
Kapitalist sistem başlangıçta ekolojik politikalara karşı çaresiz kaldıysa da kısa sürede toparlanarak “çevre korumacı yaklaşımı” yaratarak “kendi çevrecilerini” oluşturdu. Ekolojistler gerektiği kadar enerji üretimini; bunun içinde “yenilenebilir enerji kaynaklarının” kullanılmasını savunurken; çevre korumacılar; açıkça “yeni nesil, baca filtreli termik santralleri”, “geliştirilmiş teknolojili nükleer santralleri” “yol açtığı kazalarla ekosistemlerin yıkımına neden olan petrol şirketlerini” savundular, toplumun çevre sorunlarının ve bunun olumsuz sonuçlarının ayırtına varmış bireylerinin kafasını karıştırdılar ve adeta kapitalist sistemin önünü açtılar, endüstriyalizmin yanında yer aldılar. Buna da “yeni iş sahaları, ekonomik gelişme, zenginleşme” gibi kılıflar taktılar. Hedefte bu değilmiydi? Alman ekolojist Rudolf Bahro’nun Alman Yeşiller Partisinin ekolojist çizgiden çevre korumacı çizgiye kayması nedeni ile bu partiden ayrılırken dediği gibi “çevre korumacılara (yeşillere) gelecek olursak, onlar bugün yararsız olmaktan çok daha beter bir noktadalar. Tepeden tırnağa sistemin parçası olmuş durumdalar. var olmasalardı bile kapitalizm mutlaka onları icat ederdi.” Aslında ülkemiz de bunun bir yığın örneği ile dolu. Ülkemizde insan ve çevre için sakıncalı olan pet şişe kullanımının başlaması ve yaygınlaştırılması; pet şişelerin camın yerini almasının önünün açılması adında çevre olan bir vakıfın “atık geri toplama” projelerinin de yardımı ile başarılmadı mı? Peki, yıllardır “faili meçhul” erozyon sorununun arkasından koşup; üçüncü havaalanı, üçüncü köprü için katledilen binlerce ağaç için sesini çıkarmayıp; belediyelere fidan pazarlamakla uğraşanlara ne demeli? Örnekleri çoğaltmak mümkün.
Peki, ne yapılmalı? Her şeyden önce çevre sorunlarını çözmenin öncelikli olduğunu ve bu çözümün kapitalist kar yaklaşımı yerine doğal kaynakların, ekosistemlerin korunması ile olabileceği kabul edilmelidir. Ancak kapitalist bir dünyada tam anlamı ile ekolojist politikaları yaşama geçiremeyebiliriz. Ancak şu nokta önemlidir; her aşamada toplum katılımı sağlanmalı; çevre ve ekosistem duyarlılığı topluma aşılanmalıdır. Toplumun kapitalist sistem tarafından ekonomik çıkarları ile çevre duyarlılığı arasında sıkıştırılmasına izin verilmemelidir. Bu tuzağın ülkemizde birçok örneği vardır. Son örnek Manisa’nın Soma ilçesi Yırca köyünde yaşananlardır; bu köyde termik santral kurmak isteyen şirket; açılan karşı dava da sonucu beklemeden bir gece de altı bin zeytin ağacını köklemiş; termik santral kuracağı alanı açmanın yanı
sıra zeytincilikle geçinen köylüleri gelirsiz bırakıp; kendi tesisinde zorunlu olarak çalışmaya mahkûm etmeye ve böylece karşı direnişi de kırmaya çalışmıştır.
Bu durumda bile en azından ekosistemlerin, doğal kaynakların, insan ve diğer canlıların gördüğü zararı azaltabilecek, zaman kazanmaya dönük yaklaşımları yaşama geçirebiliriz.
• Nükleer ve kömürlü termik santrallerin yapımı engellenmeli; çalışanlarda mümkün olan en kısa sürede kapatılmalıdır. Başta Almanya olmak üzere birçok Avrupa ülkesinin yeni nükleer santral yapmadığı; mevcutlarında önümüzdeki on yıllık süre içinde kapatmayı planladığı bir dönemde ülkemizde kurulmak istenen iki nükleer santrale karşı toplumun tüm bileşenleri ile birlikte direnilmeye devam edilmelidir. Kesinlikle nükleer atık üretimine
izin verilmemelidir. Elektrik üretimi için kömürlü termik santral politikalarına da karşı çıkılmalıdır. Küresel iklim değişikliğine neden olan sera gazı emisyonunun yarıya yakınının kömürlü termik santrallerden kaynaklandığı unutulmamalıdır.
• Ne için ve ne kadar enerji sorusunun yanıtı tüm toplumun katılımı ile tartışılmalıdır. Enerji politikaları yeni baştan gözden geçirilmeli; enerjinin verimli kullanımı, üretim için alternatif ve yenilenebilir enerji kaynaklarına yönelim toplum katılımı ile kararlaştırılmalıdır.
• Atık yönetimi konusunda toplum açık ve net olarak bilgilendirilmelidir. Özellikle tehlikeli atık üretimine neden sanayi dallarından mümkün oldukça kaçınılmalı; bu atıkların yönetimi konusundaki karar mekanizmasına yerel halk da alınmalıdır. Kentsel atık yönetimi şeffaf olmalı, atık miktarını azaltabilecek politikalar yerel halkın katılı tartışılmalıdır. Atıkların sınır dışı ticareti önlenmelidir.
• Çevre ile ilgili tüm yasa ve yönetmelikler tartışmaya açılmalı, ekolojist bir bakış açısı ile gerekli durumlarda yenilenmelidir.
• Çevresel etki değerlendirme yönetmeliğinde çıktığı günden bugüne yapılan ve sayısı yirmiye yaklaşan değişiklikler akademisyenlerin ve toplum temsilcilerinin katılımı ile yeniden incelenmelidir.
• Biyoçeşitlilik korumalı, doğal sit alanları korunmalı; hatta çoğaltılmalı ve genişletilmelidir. Yeryüzündeki tüm genetik kaynaklar korunmalı, GDO ile aktif olarak mücadele edilmelidir.
• Nükleer, kimyasal, biyolojik ve konvansiyonel silah üretimine karşı çıkılmalıdır. Askeri üretim yapan şirketler kara listeye alınmalı, her türlü silah denemeleri durdurulmalıdır. Savaşların ve çatışmaların çevre üzerindeki yıkıcı etkileri unutulmamalı; savaş ve çatışmalara karşı çıkılmalıdır.
• Kentler kentlerin gerçek sahibi olan içinde yaşayanlarla planlanmalı ve yönetilmelidir.
• Yer üstü ve yer altı su kaynakları korunmalıdır, unutulmamalıdır ki ülkemiz su sıkıntısı içinde olan bir ülkedir ve suyun havzası dışına; özellikle de büyük kentlere transferi toplum tarafından tartışılmalıdır.
• Her türlü eşitsizliğe karşı çıkılmalı; dengeli gelir dağılımı hedeflenmelidir.
Worldwatch Enstitüsü önümüzdeki 50 yıllık süre içinde dünyanın dengeli bir ekolojik toplum haline gelmemesi durumunda çevresel yıkımın ekonomik çöküşle birleşerek artık önü alınmaz felaketlerin görülmeye başlanacağını belirtiyor, yukarıda özetlenen öneriler gerçek ekolojik politikalar olmamakla birlikte; önümüzdeki süreyi uzatmaya yarayabilir. unutulmamalıdır ki çevre kirliliğinin sorumlusu biz değiliz; kapitalist sistem daha fazla kar hırsı ile ekosistemlerin dengelerini bozmaya devam ediyor, hatta ekosistemleri yıkıyor. Günden güne çevreyi ve ekosistemleri korumaya alan anti-kapitalist ekolojik planlama ve politikalara gereksinim artıyor.
Dr. Ahmet Soysal (soysalizmir@gmail.com)
KAYNAKLAR
1. Bookchin M. Ekolojik Bir Topluma Doğru; Sümer Yayımcılık, İstanbul; 2014.
2. Bookchin M. Toplumsal Ekoloji ve Komünalizm; Sümer Yayımcılık, İstanbul; 2014.
3. Bookchin M. Kentsiz Kentleşme; Sümer Yayımcılık, İstanbul; 2014.
4. Bookchin M. Toplumu Yeniden Kurmak; Sümer Yayımcılık, İstanbul; 2013.
5. Bookchin M. Özgürlüğün Ekolojisi; Sümer Yayımcılık, İstanbul; 2013.
6. Mert A., Şahin Ü. Savaş Emek Anlatıyor, Üç Ekoloji 5.sayı İstanbul,2005.
7. Ağaçkakan dergisi; 1-40 arası tüm sayılar; Altındağ Matbaacılık, İzmir; 1992-2001.