Hasta mısınız? Siz bir de sağlık sistemini görün
Bir sağlık sorununuz varsa çok çok geçmiş olsun ancak henüz sağlıklıysanız aman kendinize dikkat edin çünkü şu anki sağlık sisteminde yürüyen para ile yürüyen kadavra arasında bir yerdesiniz.
Eğer sağlığı bir biçimde bozulmuş biriyseniz şunu herkesten çok daha iyi bilirsiniz: ’Hayatta sağlıktan daha değerli bir şey yok.’
Evet kulağa çok klişe geliyor ancak ahenk içerisinde çalışan iç organlarınızı, gören gözlerinizi, duyan kulaklarınızı, tutan ellerinizi, yürüyen bacaklarınızı her gün ama her gün tek tek öpün, sevin. Neye inanıyor kime tapınıyorsanız şükürler edip adaklar adayın. Bir çocuk sevindirin, bir fakir doyurun, bir hayvanın önüne bir tas yemek koyun. Kısacası her sabah yeni ve sağlıklı bir güne uyandığınız için ne kadar şanslı olduğunuzu sakın ama sakın unutmayın.
Çünkü biliyorsunuz ki Türkiye simülasyonunda yaşayan biriyseniz başınıza gelmiş en ufak bir doğal iyilik hali bile size bahşedilmiş bir lütuftur. Ve emin olabilirsiniz ki bu simülasyonun tamamen çökmüş sağlık sisteminin uzun koridorlarında, yorgun ve öfkeli bir hemşirenin isminizi bağırmasını hiç istemezsiniz. Ya da sizden, gerçekten ihtiyacınız olduğu için mi yoksa sadece çalıştığı özel hastanenin baskısı yüzünden mi ek tahliller isteyen doktora karşı duyduğunuz güvensizliği hissetmeyi de…
Tabii randevu almayı başarabilirseniz!
Ha pardon, unutmadan, tabii tüm bunları yaşayabilmek, hissedebilmek için de öncelikle randevu alabilmiş olmanız gerekiyor. Her şehre kurulan ama içinde doktor olmayan dev hastanelerin uzun koridorlarında polikliniğinizi ve şanslıysanız doktorunuzu bulabilmeniz ön koşulu da bu. Bir tüyo veriyorum: Sabah erkenden arayın, her sabah arayın. Hastasınız siz! Kendinize gelin ve azimli olun.
Özel hastaneler için ön koşul ise yüklü bir kredi ya da hesap kartı. Neyse ki daha muayeneye girmeden bankodan size ne kadar çekeceklerini söylüyorlar. Her bir ek işlem için de yanınıza kibar biri gelip şu işlem bu kadar tutacak deyip şu basit soruyu soruyor: “Onaylıyor musunuz?“
Oysa o basit sorunun altında uzun bir metin var biliyorsunuz:
İsterseniz onaylamayın, sonuçta sağlık sizin sağlığınız ve bu pırıl pırıl hastanenin de bazı masrafları var yani hanımefendi. İsterseniz devlette yaptırın ama iki aydan önceye gün vermezler. Verirlerse de gittiğinizde ne zaman içeriye gireceğinizi bilmediğiniz upuzun bir sırada beklersiniz. Belki makine bozulur aniden belli mi olur! O sırada tuvaletiniz gelir. Uzun koridorlarda temiz bir tuvalet ararsınız ama bulamazsınız. Kullandığınız ilaçlar nedeniyle zaten mideniz bulanıyordur ama siz o tuvaletlerden birine mecburen girmek zorunda kalırsınız. Yanınıza mutlaka peçete alın çünkü asla tuvalet kağıdı ya da peçete bulamazsınız. Öğürerek çıkar, uzun koridoru geri döner ve sıranızı emanet ettiğiniz kişiye teşekkür edip beklemeye devam edersiniz.
“Ne yapalım? Onaylıyor musunuz? Onayladığınız takdirde hemşire hanım size -kibarca- seslenecek?“
Ve siz sırf biri size kibarca isminizi seslensin diye kenara koyduğunuz üç kuruşun neredeyse tamamını kartınızdan çektirirsiniz. Bilirsiniz ki alacağınız tahlil aynı tahlil, kolunuza giren iğnenin acısı aynı acı, alacağınız sonuç aynı sonuç. Olsun, biri adınızı kibarca seslenecek, hemşire uzun koridorda yorulursunuz diye size tekerlekli sandalyeye oturmanızı tavsiye edecek, tuvaletleri de evinizdeki banyodan güzel. Varsın insanca muamele görmek için emeğinizi satın. Hastasınız siz, kendinizi biraz şımartın.
Stres yapmayın, her şeyin başı stres
Bu trajikomedinin komedi tarafına tutunmasam referans değerlerin alt sınırında seyreden akıl sağlığımı da yitireceğimi çok iyi biliyorum. Bu nedenle bir kronik rahatsızlıkla başa çıkmaya çalışırken tüm bu olanların hiçbiri olmuyormuş gibi sadece kendi derdime dertlenmeye çalışıyorum. Ancak hastanenin uzun koridorunun kapısından yıpranmış eşofmanı, çatlamış topuklarının altında ezilmiş terliği, hastalık kahverengisi teni ve kelebek takılı elinde tuttuğu raporuyla -ki bilenler bilir kelebek en çok el üzerine takılıyken acıtır- otobüs durağının nerede olduğunu soran gözleri az gören amca, haftalardır çektiğim ağrılardan bile daha acı verici. Ağrılarımı inşallah unutacağım ancak onun, insaniyet namına hak ettiği neyi varsa elinden alınmış, kalbi hala atan bir kadavra gibi terliklerini sürüyerek hastaneden çıkışını asla unutmayacağım.
Bu belki şu an bana hiç iyi gelmiyor, sonuçta herkesin hep bir ağızdan dediği gibi ‘stres yapmamalıyım’. Ama ne yapayım, vücudumuzda ve ruhumuzda yaralar açan bu sistemin karşısında durmak, daha insanca bir yaşamı talep etmeye, hayal etmeye doymamak da benim ilacım. Daha doğrusu inanır mısınız hepimizin ilacı. Çoktan beri keşfedilmiş en etkili ilaç hatta. Üstelik hiçbir yan etkisi de yok. Tabii eğer patron, hırsız ve hastane sahibi değilseniz.
Hasta da doktor da yorgun!
Özel hastanelerin para, devlet hastanelerinin yürüyen kadavra olarak gördüğü hastaları iyileştirmenin, en azından bedenlerinde ve ruhların daha fazla yara açmamanın tek yolu bu sisteme hep bir ağızdan ses çıkarmak. İşte bu yüzden sağlıklı ya da sağlığıyla, sağlıkla uğraşan herkesin; 48 saat aralıksız nöbet tutup bu emeğin karşılığında eve giderken kendisine lahmacun ısmarlayacak para kazanmayan doktorundan, günde binlerce hastaya dert anlatmaya çalışmaktan gülümsemeye mecali kalmamış hemşiresine, hesabındaki tek birikimin üzerine özel hastanenin temiz tuvaletinde sifon çeken orta direkten, hastane koridorlarını ağrılarını görmezden gelip tamamlamaya çalışan dar gelirli vatandaşa herkesin bu insani şartları talep etmesi, bunun için harekete geçmesi gerekiyor.
Çünkü henüz kapısına işiniz düşmediyse -ki umarım düşmez ama bu stresli ve fakir ülkede düşmeme şansınız bilimsel olarak çok düşük- her şehrin en yüksek tepesine sırf her yerden görülsün diye dikilen o şehir hastanelerinin içinde doktor da hemşire de yok. Olanlar da en az baktıkları hastalar kadar perişan ve yorgun.
Keşke doktorlara ‘gidiyorlarsa gitsinler’ demeden önce elde kaç kişi kalmış bir sayılsaydı. Çok az kaldıkları için saymak da zor olmazdı. Ya da hastaneleri daha küçük yapsaydınız bu kadar boş durmazdı.
Alıntı: diken.com.tr