Lhasa / Detone
Bir sanatçının bu yaşamdan uçup gitmesi bana, diğer tüm i insanların kaybından çok daha fazla hüzün verir. Hele ki bu zamanından önce olmuş bir kayıpsa. Anladığınız gibi bu yazının konusu biraz hüzünlü. Sizlere, 2010 yılının ilk günü kaybettiğimiz Lhasa de Sela’dan bahsetmek istiyorum.
1972 ABD doğumlu Lhasa, ismini Tibet’in kutsal başkentinden alıyor. Yaşam kökleri Meksikalı babasıyla ABD’li annesinin Yahudi, İskoçyalı, Lübnanlı atalarından alıyor. Bu karmaşık genetik ve kültürel miras, bir de ilginç ve göçebe bir yaşamla tamamlanıyor.
Tüm çocukluğu; ailesinin ev olarak kullandığı karavanda, Amerika Birleşik Devletleri’ni ve Meksika’yı gezerek geçiyor. Hatta eğitimini de bir okulda değil de annesinden alıyor.
Müzik yaşamına on üç yaşında San Fransisco’da bir Yunan barında şarkı söyleyerek başladı. On dokuzunda Montreal’e taşındı. Burada yaptığı müzik çalışmalarının sunucunda, La Llarona (ağlayan kadın) isimli İspanyolca bir albüm çıkardı. Bu çalışması tüm dünyada tanınmasını sağladığı gibi 1997 yılının “En İyi Evrensel Müzik Sanatçısı” ödülünü almasını da sağladı.
Lhasa, 1999 yılında şarkı söylemeyi bırakarak Fransa’da yaşayan kardeşinin yanına taşındı. Burada çocukluk düşünü gerçekleştirmek üzere bir sirk tiyatrosunda kardeşleri ile birlikte, “pocheros” adını verdikleri bir gösteri düzenledi. Fakat müzikten uzun süre ayrı kalamadı, Montreal’e dönerek tekrar şarkılarını yazmaya başladı. İkinci albümü The Living Road’u 2005’de çıkardı. İngilizce, Fransızca ve İspanyolca şarkılardan oluşan bu üç dilli albüm, aynı yıl “BBC World Music Award” ödülünü kazandı.
2005 yazında, daha önce albümleri aracılığı ile müziğini tanıdığım bu sanatçının İstanbul Caz Festivali’ne geleceğini öğrendiğimde, gerçekten çok heyecanlanmıştım. Bir Temmuz gecesi İstanbul’da, Sepetçiler Kasrı’nın, İstanbul’un ve Haliç’in büyülü ışıkları ve vapur düdüklerinin eşlik ettiği bu unutulmaz atmosfere, zaman zaman tren sesleri de karıştı. Lhasa bize o gece, şarkılarının yanı sıra, uzun uzun başka insanların öykülerden ve kendi yaşam yolculuğundan bölümler anlattı. O buğulu, derinlerden bir yerlerden gelen sesiyle, yeryüzünün başka coğrafyalarında yaşayan insanlarla tanıştırdı, hatta “bir”leştirdi. Müziğinin çok dilliği bizi ortak dil olan, “insan olmak” kavramına taşıdı. Konser bittiğinde uzunca bir süre sadece kulaklarımda, yüreğimde yankılanmayı südüren müziği dinlemek ve düşünmek istedim; sanki konuşsam büyü bozulacaktı…
Kendi adını taşıyan üçüncü albümü Nisan 2009’da müzik kanallarında duyulmaya başlandığında, Lhasa meme kanseri hastalığına yakalanmıştı ne yazık ki… Bu hastalıkla mücadelesinde, yirmi bir ay dayanabildi.
Bugün web sitesi, bir fotoğrafıyla açılıyor. Lhasa fotoğrafında şöyle bir dönüp, bize son bir ayrılık bakışı atar gibi. Ama müzikseverlerin çok ama çok uzun bir süre, hatta sonsuza dek gönlünde yaşayacak…