Selma
Bilgilendirme:
Güler-Osman Köseoğlu adına düzenlenen
“İçinden Fıkra Geçen Öykü Yarışması” adlı yarışmada birinci olmuştur.
SELMA
Güneşin ışıkları hemen önümüzde akan derenin üzerine vurmuş, derenin üzerinde küçük bir gökkuşağı şeklini almıştı. İkimizde sessizce oluşan bu renk dalgalarını izliyor, gelirken topladığımız çakıl taşlarını dereye atıyorduk. Oturduğumuz koca taş, hemen her teneffüs koşarak geldiğimiz, kimi zaman sessizliğe gömülüp derenin akışına hayallerimizi bıraktığımız kimi zaman da bu sesin eşliğinde birbirimizle en mahrem konuları rahatça konuşabildiğimiz bir yer olması dolayısıyla bizim için oldukça özeldi. Okulun bahçesinde böyle bir yer olması huzur veriyordu bana. Babamın atamaları dolayısıyla gittiğim birçok okul olmuştu, ancak hiçbirinin bahçesi bu kadar güzel ve özel olmamıştı. Derenin sesi öyle berraktı ki, sınıfta bir sessizlik olduğunda bu sesi duyabiliyorduk.
Selma’yı bu dere kenarında tanıdım, çoğu zaman kimseye anlatamadıklarını burada bana anlattı, kimseyle kuramadığı arkadaşlığını benimle burada kurdu. İçine kapanıklığını ve yalnızlığını burada benimle aşmaya çalıştı. Ben de okula kayıt yaptırdığım günden beri onu asla yalnız bırakmamaya gayret ettim. Başka arkadaşlarım da vardı, ama hiçbiriyle Selma ile kurduğum yakınlığı bilerek kurmadım.
Uzun ve simsiyah saçları vardı Selma’nın. Her gün arkasına tek örgü yapar, ucuna bir lastik geçirir ve sağ kulağının hemen üzerine küçük uğur böceği kırmızı tokasını takardı. Bazen saçlarında tokanın kaybolduğunu zannederdim. Bir gün annem saçlarımı iki tane balıksırtı örmüştü. Selma saçlarıma bakıp, “Saçların ne güzel olmuş,” dedi. “Annem ördü, sen de ördürsene,” dedim. “Benim annem saç örmeyi bilmez ki,” dedi. “Her gün saçlarını kim örüyor?” diye sorduğumda “Ben” dedi sesini alçaltarak. Ben de balıksırtı yapmayı bildiğimi, isterse saçlarını örebileceğimi söyledim. Bunun üzerine Selma, “Babam çok kızar” deyip izin vermek istemedi. Ben de ısrar ettim ve oturduğumuz taşın önüne çökmesini söyledikten sonra saçlarını iki yana ayırıp örmeye başladım. Nöbetçi öğretmen okulun bahçesinde geziyor, az sonra çalacak zili bekliyordu. Aceleyle saçlarını bitirdiğimde okul zili çaldı. Nöbetçi öğretmen bağırmaya başladı, herkesi içeri sokmaya çalışıyordu. Bizde hemen koşarak okula girdik. Dersimiz Türkçeydi. Sınıfa girdiğimizde çocuklar hep bir ağızdan Selma’nın saçlarına bakıp “Ooo, Selma saçların çok havalı,” demeye başladılar. Kimi dalga geçen sözler söylüyor, kimi gerçekten çok yakıştığını belirtiyordu. Aceleyle yaptığım saçları inceleme fırsatı bulamamıştım henüz, saçlarına baktığımda gerçekten küçük esmer yüzüne yakıştığını gördüm. Selma ise bu durumdan oldukça rahatsız olmuştu. Bana baktı ve “Teneffüste eski haline getirelim olur mu?” dedi. Ne söyleyeceğimi bilemedim ilk başta. Sınıfa giren öğretmenimiz derse başlamadan küçük bir konuşma yapacağını söyledi. Hepimiz sessizce öğretmenimizin söylediklerini can kulağıyla dinlemeye başladık. Öğretmenimiz, ilçeler arası bir hikaye yarışması olduğunu, ilde birinci gelen hikayenin İstanbul’da yarışmaya gönderileceğini söyledi. Üstelik ödülün de oldukça cazip olduğunu, yazmak isteyenlerin bu fırsatı kaçırmaması gerektiğini belirttikten sonra bu hafta için okumamızı önerdiği kitabı söyledi ve ardından derse başladı.
Dersin sonuna kadar göz ucuyla izlediğim Selma, yeni saçlarından hiç memnun görünmüyordu. Ders bittiğinde benden saçlarını eski haline getirmemi istemesi üzerine dediğini yaptım. Saçları eski haline geldikten sonra yüzünde rahatlamış bir ifade belirmişti. Türkçe öğretmenimizin bu hafta okumamızı önerdiği kitabı almak için kütüphaneye gideceğini söyledi. Birlikte kütüphaneye gittiğimizde geçen hafta aldığı kitabı teslim edip, önerilen yeni kitabı aramaya koyuldu. Kitabı bulup ona verdiğimde gözlerinin içi gülüyordu. Kitaplara bu kadar düşkün olduğunu biliyordum, ancak gözlerinin içindeki bu gülümseme ile kitaplara aşık olduğunu anladım. Kim bilir dedim içimden, belki de istediği hayatı ya da bana anlattığı hayalleri bu kitapları okuyarak yaşıyordu. Ben ise bana oldukça sıkıcı gelen kitap okumayı sevmiyordum. Kitap okumanın bir alışkanlık olduğunu Selma’dan öğrendim.
Onun önerdiği kitapları okumaya ilk zamanlarda kendimi sıkarak başlamıştım. Bu yolculuğun beni bu denli alıp götürebileceğini hiç düşünmemiştim. Zamanla okuduklarımızı birbirimizle paylaşmaya başlamıştık. Paylaştıkça sanki başka dünyalara bir pencere açıyor ve o dünyanın güzelliklerine bakıyorduk. Her gün mutlaka gittiğimiz bu dere kenarı ve üzerine oturduğumuz koca taş da bu yolculukta bize eşlik ediyordu.
Selma’yı tanımaya başladıktan sonra ders notlarım yükselmeye başlamıştı. Babamın rüzgarına kapılıp o nereye gidiyorsa benim de gitmek zorunda olmam, her okulda yeni arkadaşlıklar edinmiş olsam da derslerimi olumsuz yönde etkiliyordu. Hep bir alışma evresi nedeniyle derslerimde istediğim başarıyı gösteremiyordum. Bu durum hem beni hem anne ve babamı üzüyordu. Selma’nın bir öğretmen edasıyla anlattıklarını çok çabuk öğrenmeye başlamıştım. Bu durum sınav notlarıma da yansımaya başlamıştı.
Hayatımı olumlu yönde etkileyen Selma’nın oldukça sıkıntılı olan aile yaşamının içinde nasıl bu kadar başarılı olduğuna hayret ederdim. Üstelik her gün servisle geliyor, benden çok önce uyanıyor, benden önce okula mutlaka gelmiş bulunuyordu. Babasından kaçmanın tek yolunun okul olduğunu öğrenmiştim. Hafta sonlarını hiç sevmezdi, babasını hiç sevmezdi. Babasının her gün onu okula göndermeme tehditlerine, annesini bu nedenle defalarca dövmesine dayanamıyor olsa da, okumasına destek olmaya çalışan annesinin isteğiyle okula geliyordu. Çok fazla bir şey anlatmıyordu Selma, bazen dayanamıyor, yanaklarından aşağı inci gibi süzülen gözyaşları oturduğumuz taşa düşerken, gözleri akan dereye odaklanıp anlatıveriyordu usulca. Ellerini tutardım, soğuk olurdu ince parmakları. Avucunun içinde nasırlı ellerini saklamaya çalışırken, gözlerinde oluşan boşlukta bana anlatmadıkları canlanıyordu belki de diye düşünüyordum. Küfür etmek geliyordu içimden. Duyduğum birkaç küfür dilime gelmiş olsa da yutkundum, söylemedim. Her şeyi anlatmıyordu, anlatamıyordu Selma. İçine kapanıklığı, sessizliği onu şiir, öykü ve deneme gibi türlerde yazılar yazmaya itmişti. Selma’nın kendi çapında yazdıklarını merak ediyor, kimseye okutmadığı bu yazıları okumak istediğimi ona söyleyemiyordum. Selma da farkındaydı bu durumun. Belki de benim söylememi bekliyor diye düşündüm ve “Yazılarından okumak istiyorum” dedim. “Olur” deyiverdi çekimser bir tavırla. Hemen ertesi günü bana kırmızı kaplı bir defter getirdi. Her zaman gittiğimiz koca taşın üzerine oturduk. Elinde tuttuğu defterin yapraklarını özenle çeviriyor, sağa doğru eğik, kurşun kalemle yazılmış sayfaları tek tek çeviriyordu. Sonra defteri bana uzattı, elinden aldığım defterin herhangi bir sayfasını açtım ve okumaya başladım. “İnce, kuru bir ağaç ne kadar dayanabilir bu sert rüzgara, gövdesini dayayabileceği bir dağı yoktur onun, daha olgunlaşmayan meyvelerini korumak için rüzgardan, cılız gövdesi döner rüzgara…” Altında –Anneme yazısı not düşülmüştü.
Okuduğumuz kitaplarda şahit olduğumuz dünyalar gibi Selma’nın dünyasının kapılarını aralamıştım artık. Onun özgürce gezinebildiği tek yer olan hayal dünyası, bu defterin sarı yapraklarında gizlenmişti sanki. Yaşadıkları, hisleri, öfkesi, sevinci, bir araya gelmiş ve hayal dünyasında onu bir yolculuğa çıkarmıştı. Aklıma birden Türkçe öğretmenimizin bahsettiği yarışma geldi. Onun bu yarışmaya katılması gerektiğini tüm hücrelerimde hissediyor gibiydim. Yazmayı asla bırakmamasını, yazdıklarını öğretmenimize göstermemiz gerektiği ve hatta o yarışmaya katılması gerektiğini söyledim. Yazdıklarını kimseye gösteremeyeceğini söyledi. Yarışma konusunda net bir şey söylemedi. Ben de bunun üzerine ısrar edip mutlaka bir öykü göndermeliyiz dedim. Yazdıklarından bile bir tane gönderebileceğimizi söyledim. Defterdekilerin yarışmanın niteliklerine uygun olmadığını, hikayelerin gelişigüzel yazıldıklarını ve yarışmanın kurallarına uygun olmadığını söylemesi üzerine, “Yeni bir tane yaz o halde” dedim. Bir daha bu konu hakkında konuşmak istemiyorum dercesine yüzüme baktı. İçinden geçen düşünceleri az çok hissediyordum ben de. Babasından korkuyordu. Kazanırsa babasının onu okuldan almak gibi bir nedeni doğmuş olacaktı. Başka birçok neden de olabilirdi, onu her ne kadar anlamaya çalışsam da hikayeyi yazmalıydı ve içimden bir ses “yazacak” dedi.
Bir daha bu konuyu açmamak üzere bir anlaşmaya varmış gibiydik. Zaman yaklaşıyordu, Selma’nın ne yapacağını merakla bekliyordum. Arada öğretmen sınıfta hatırlatıcı sözler söylerken Selma’ya bakıyordum, o ise hiç sesini çıkarmadan önündeki deftere gelişigüzel çizimler yapıyordu. Daha fazla dayanamayıp sordum kısık bir ses tonuyla. Hafifçe gülümsedi ve gözlerini kırparak yazdığını işaret etti. İçimde oluşan heyecanı bastırmaya çalışarak rahat bir nefes aldım. Bir an önce teneffüs olmasını bekliyor, hikayeyi okumak için sabırsızlanıyordum. Teneffüs olduğunda “Hani, nerede hikaye?” diye sordum.
“Gel benimle,” deyip koşmaya başladı. Ben de arkasından koştum ve dere kenarındaki o yerimize geldik. Yorgun bir halde koca taşa oturdum, o ise ayakta, yüzü dereye dönük bir şekilde duruyordu. Bir süre sustuktan sonra konuşmaya başladı. Sabırsızlıkla onu dinliyor, ağzından çıkacak sözcükleri net duyabilmek için dudaklarına bakmaya çalışıyordum. “Hikayeyi yazdım” diyebildi sessizliğin ardından. Biraz duraksadıktan sonra, “Göndermeyi bir şartla kabul ediyorum” diye devam etti. Oturduğum yerden ayağa kalkarak “Ne şartı?” diye sordum. “Yarışmaya senin adına göndereceğiz,” dedi. İlk önce ne söylediğini anlayamadım. “Nasıl yani?” diye sorduğumda, taşın üzerine oturdu ve devam etti, “Babam izin vermeyecek, elinden geleni yapacak, beni dövdüğü gibi annemi de dövecek,” dedi. “Korkuyor musun ondan?” diye bağırdım ilk kez Selma’ya. Artık dayanamamıştım ve sıkılmıştım onun bu tür söylemlerinden. Karşılığında gözlerimin içine bakarak, “Evet korkuyorum, çok korkuyorum, suç mu?” dedi. “Babamın neler yapabileceğini bilmiyorsun, daha önce yaptı, yine yapar, ablamı zorla evlendirmek isteyip, silahla tehdit ederken yanlışlıkla ateş etti, kolunu sıyırdı kurşun. Bu sadece bir olaydı başımızdan geçen. Ablamı kanlar içinde gördüm, o kurşun bana da gelebilirdi, anneme de. Şimdi sen bana korkuyor musun diye soruyorsun, sana anlattıklarım gerçek. Ben daha on beş yaşımdayım ve çok korkuyorum, okul bitsin diye bekliyor babam. Biliyorum liseye de göndermeyecek beni. Yazmayı okumayı çok seviyorum. Ama bunu yapabilecek bir desteğim yok, annem hasta ve her gün çalışıyor. Her gün koşarak geldiğim okulda akşama kadar vicdan azabı duyarak giriyorum derslere. Ablam da gittikten sonra iyice yalnız kaldı annem, her işe tek başına koşturuyor.
Tarlaya gidiyor, hayvanlarımıza bakıyor, yemek yapıyor, çamaşır yıkıyor… Daha ne anlatayım sana. Sen benden çok istedin bu yarışmaya katılmamı. Ben de yazdım öyküyü. Al işte burada. Senin ailen okumuş insanlar, memurlar. Kazanırsa da çok mutlu olurlar, biliyorum. Hem kazanıp kazanmayacağını da bilmiyoruz ki. Kazanmış olsa bile bizim öykümüz kazanacak,” dedi gülerek. İçimde hissettiğim o burukluk ve yağmur gibi akan gözyaşlarımı silerek sımsıkı sarıldım Selma’ya. Elleriyle gözyaşlarımı silerken, “Kabul ediyorum” dedim usulca.
Ders zili çalmıştı, öğretmenler zilini duyar duymaz öğretmenden önce sınıfa girebilmek için koşmaya başladık. Neyse ki sınıfa öğretmenden önce girebilmiştik. Yerlerimize oturur oturmaz Sosyal Bilgiler öğretmenimiz sınıfa girdi. Oldukça esprili bir kişiliği olan öğretmenimiz neşeli hal ve hareketleriyle kendimizi daha iyi hissetmemizi sağladı. Ders aralarında anlattığı küçük hikayeler ve fıkralarla sınıfın havasını bir anda değiştiriyor, kahkahalar havada uçuşuyordu. Bugün anlattığı fıkra da bana Selma’nın babasını hatırlatması bakımından oldukça manidardı;
“2006 Dünya Feministler Kongresi’nde kadınların eşitlik konusunda ısrarcı olmaları karara bağlanmış. Ülkelerine geri dönen kadınlar 2007’deki kongrede gelişmeler tartışılmış. Amerikan delegesi hanımefendi kürsüye gelmiş –geçen yılın kararını aynen uyguladım, eve gider gitmez kocama ‘bundan sonra temiz çamaşır istersen çamaşırını kendin yıka, işte makine orada’ dedim. İlk gün bir şey görmedim, ikinci gün bir şey görmedim, üçüncü gün bir baktım kocam makinanın başında yalnız kendi çamaşırlarını değil, benimkileri de yıkıyor. Almanya delegesi söz almış ardından, ‘bundan sonra temiz tabakta yemek istiyorsan kendi bulaşıklarını kendin yıka, dedim. İlk gün bir şey görmedim, ikinci gün bir şey görmedim, üçüncü gün bir baktım yalnız kendi bulaşıklarını değil, benimkileri de yıkıyor. Üçüncü konuşmacı bizden Fadime, ‘Türkiye’ye döner dönmez kararımız gereğince kocam Temel’le konuştum. Ona dedim ki ‘bundan böyle yemek yemek istiyorsan kendin pişirmen gerekecek, işte mutfak orada. İlk gün bir şey görmedim, ikinci gün bir şey görmedim, üçüncü gün sol gözüm biraz açılır gibi oldu, hafiften görmeye başladım.”
Sınıfta oluşan gülüşmelerin ardından Selma’ya baktım, o da gülüyordu. Onun gülmesi beni biraz daha rahatlatmıştı. Dersin sonunda Selma, hikayeyi Türkçe öğretmenimize teslim etmem için acele etmemi söyledi. Yarışmanın kuralları gereği el yazısı ile yazdığı yazıyı bilgisayar dersinde Word’e geçirmişti. Sarılarak götürdüğüm metni öğretmenler odasında Türkçe öğretmenimize teslim ettim. Hemen müdür yardımcısının odasına götürdü beni. “Hocam bakın yarışmaya bir adayımız daha var” dedi. Müdür yardımcısı da “Aferin kızım” diyerek devam etti. “Hocam siz okuyun isterseniz, uygun görürseniz yarışmaya göndermek için iki öykü arasında karar verelim,” dedi. Ertesi gün matematik dersimizde nöbetçi öğrenci sınıfa geldi ve beni müdür yardımcısının çağırdığını söyledi. Matematik öğretmenimiz gidebileceğimi söylemesi üzerine çıktım sınıftan. Müdür yardımcısının odasına vardığımda Türkçe öğretmenimiz de oradaydı.
Beni gördüklerinde gülümseyerek “Kalemine sağlık çok güzel bir öykü olmuş,” dediler. Yarışmaya benim öykünün gideceğini ve oldukça umutlu olduklarını belirttiler. Ne hissedeceğimi bilmiyordum, ancak bu durumun çok daha acı verebileceğini o anda anlamaya başladım. Hemen oradan ayrılmak istedim. Söylenenleri sadece dinledim ve gidebileceğimi söyledikleri anda ağlayarak koca taşın yanına gittim. Bu durum zannettiğimden çok daha zor olacağa benziyordu. Taşın üzerinde oturdum ve düşünmeye başladım. Selma’yı ve söylediklerini düşündüm. Hiç okumadığım, bilmediğim bir öykünün altında benim adım yazıyordu. Bu düşünce beni korkutuyordu, öykünün birinci gelmemesi için dua etmeye başlamıştım. Ne yapmam gerektiğini, nasıl düşüneceğimi bilmiyordum, oldukça karmaşık duygular içindeydim ve sıkışmış hissediyordum. Yarışmanın en geç bir hafta içinde ilde sonuçlanacağını söylemişti müdür yardımcısı. Geceleri rahat uyuyamıyordum, kabuslar görmeye başlamıştım. Bu durumu Selma’ya anlattığımda bana gülümseyerek fazla abarttığımı söyledi ve devam etti. “Eğer olursa bizim hikayemizin kazanması beni çok mutlu edecek,” dedi. Beni gördüklerinde gülümseyerek “Kalemine sağlık çok güzel bir öykü olmuş,” dediler. Yarışmaya benim öykünün gideceğini ve oldukça umutlu olduklarını belirttiler. Ne hissedeceğimi bilmiyordum, ancak bu durumun çok daha acı verebileceğini o anda anlamaya başladım. Hemen oradan ayrılmak istedim. Söylenenleri sadece dinledim ve gidebileceğimi söyledikleri anda ağlayarak koca taşın yanına gittim.
Bu durum zannettiğimden çok daha zor olacağa benziyordu. Taşın üzerinde oturdum ve düşünmeye başladım. Selma’yı ve söylediklerini düşündüm. Hiç okumadığım, bilmediğim bir öykünün altında benim adım yazıyordu. Bu düşünce beni korkutuyordu, öykünün birinci gelmemesi için dua etmeye başlamıştım. Ne yapmam gerektiğini, nasıl düşüneceğimi bilmiyordum, oldukça karmaşık duygular içindeydim ve sıkışmış hissediyordum. Yarışmanın en geç bir hafta içinde ilde sonuçlanacağını söylemişti müdür yardımcısı. Geceleri rahat uyuyamıyordum, kabuslar görmeye başlamıştım. Bu durumu Selma’ya anlattığımda bana gülümseyerek fazla abarttığımı söyledi ve devam etti. “Eğer olursa bizim hikayemizin kazanması beni çok mutlu edecek,” dedi.
Bir haftanın sonunda, beklendiği gibi bizim hikayemiz ilde birinci gelmişti. Sabah sıra olduğumuzda sınıflara dağılmadan önce müdür yardımcısı bu haberi bütün öğrencilere duyurmak için konuşmaya başladı. Yanımda duran Selma, sırt çantasının kollarını tutmuş, müdür yardımcısına bakıyordu. Yaptığı kısa açıklamanın ardından müdür yardımcısı “Birinci gelen hikaye okulumuzu temsil eden 8C sınıfı öğrencisi Ayşegül Özgül arkadaşınızdır,” dedi. Müdür yardımcısı adımı söyler söylemez herkes alkışlamaya başladı, gözlerimdeki şaşkınlıkla Selma’ya baktım, oldukça mutlu görünüyordu.
Bana sarılarak, kulağıma “Başardık,” dedi. Bütün hislerimi kaybetmiş gibi etrafa zoraki gülücükler saçıyordum. Ardından müdür yardımcısı devam etti, “Sırada asıl yarışma olan İstanbul var, okulumuzu temsil etmek üzere öykü İstanbul’a gönderildi,” diye devam etti. Bir an önce bitmesini istediğim bu durum beni oldukça rahatsız ediyor, diğer yandan Selma’nın mutluluğuna da şahit oluyordum. İl birinciliği en çok anne ve babamı mutlu etmişti. Kızlarının eğitimi, başarısı onları gururlandırıyor, benden övünerek söz ediyorlardı. Anne ve babam müdür yardımcısından öğrendikleri birincilik haberine çok şaşırdılar ve bana neden onlara hikaye yazdığımı ve bir yarışmaya katıldığımı söylemediğimi sordular. Ancak bu, şu anda üzerinde durulacak önemli bir detay olarak görünmüyordu. Onlar için önemli olan sonuçtu ve sonuç birincilikti.
Zamanla ben de bu duruma alışmaya başladım. Selma ile arkadaşlığımız devam ediyor, öykü konusunu çok konuşmuyorduk. Birbirimize daha sıkı bağlanmıştık. Daha rahattı benim yanımda Selma. Onun yaşamak istediklerini yaşıyordum, o da bunu biliyordu, ancak o, başarıyı daha çok bir eserin kendisinde görüyordu. İnsanların başarılıyım dediklerine değil, yapıp etmelerindeki başarıya bakmanın daha doğru olduğunu ifade etmekteydi. Selma’nın bu olgun tavrı ve düşünceleri karşısında içime biraz olsun su serpiliyor, onun gözlerine bakabilme cesareti buluyordum kendimde. Bir yandan onun hayatını yaşıyor, diğer yandan onun başarısını kutluyorduk.
Kısa süre sonra İstanbul’a çağrıldım. Sonucun tören ile açıklanacağının bildirilmesi üzerine apar topar İstanbul’a yola çıktık. Yanımda annem ve Türkçe öğretmenim vardı. Ödül töreninde dördüncüden başlayarak ödüller sahiplerine verilmeye başlandı. Heyecandan kalbim yerinden çıkacak gibi oluyor, yanımda oturan annemin elini tüm gücümle sıkıyordum. Sonunda benim adım birinci olarak okundu. Sahneye ödülü almak için merdivenleri ağır adımlarla çıkıyor, sadece adını bildiğim öykünün ödülü olan plaketi alırken ne düşüneceğimi ve ne söyleyeceğimi bilmiyordum. Elime verdikleri mikrofona heyecanımı bastırarak kalabalığa söylediğim şu sözler oldu; “Başarı benim başarım değil, başarı öykünün başarısı. Bana bu yolculuğa çıkma fırsatı tanıyan, başka dünyalar da olduğunu gösteren arkadaşım, dostum olan Selma Kaya’ya bu ödülü ithaf ediyorum,” diyebildim. Bir hafta İstanbul’daki akrabalarımızda kaldık. Türkçe öğretmenim törenin ardından beni tebrik ederek geri döndü. İşkence gibi gelen hayatımın bu faslının bitmesinden dolayı rahatlamıştım artık. Döndüğümde anne ve babama her şeyi anlatmaya karar verdim. Her şeyi anlattıktan sonra ödülü gerçek sahibine verecektim. Böylece vicdanımın biraz olsun rahat edeceğini düşündüm. Annem bir şeyler sakladığımı anlamıştı. Yolculuğumuz sırasında anneme bütün olan biteni anlattım, ister istemez üzüldü. Doğru olanı yaptığımı söylemiş olsa da çok üzgün görünüyordu. Döndüğümün akşamı babam beni kucaklayıp alnımdan öptü ve benimle gurur duyduğunu söyledi. Bunun üzerine ağlamaya başladım ve olan biteni babama da anlatmak için anneme baktığımda, başıyla onayladı. Babam dinledi ilk önce hiçbir şey söylemeden. Gözlerinde oluşan hayal kırıklığı beni çok üzmüş olsa da doğru olanı yaptığımı hissediyordum. En sonunda babam sessizliğini bozarak, bundan kimseye bahsetmememi ve aldığım ödülleri de Selma’ya vermemi söyledi. İçimde oluşan tarifsiz mutlulukla babama her zamankinden çok daha sıkı sarıldım. Onlara asla yalan söylememe konusunda söz verdikten sonra aklımda olan tek düşünce bir an önce sabah olmasıydı. Okulda Selma’ya ödülünü vermek için sabırsızlanıyordum. Sabah olduğunda erkenden kalkıp okula gittim. O gün müdür yardımcısı tören öncesi beni tebrik etti ve başarılarımın devamını dileyip, okulun başarılı olarak nitelendirilmesinden gururlu bir şekilde beni alkışlattırdı. Benimse gözlerim öğrencilerin arasında Selma’yı arıyordu. Sınıflara dağılmaya başladığımızda arkadaşlarıma Selma’yı sormaya başladım. Bir haftadır okula gelmediğini, annesinin çok hastalandığını ve babasının onu okuldan aldığını söylediler. Hemen sınıf öğretmenimizin yanına koşup, Selma’nın okuldan ayrılıp ayrılmadığını sordum. Söylenenlerin doğru olduğunu ancak okuldan kaydının silinmediğini söyledi. Biraz olsun rahatlamıştım ancak içim hiç rahat değildi. Sınıftakiler beni soru yağmuruna tutmaya başladılar. Sorulara geçici cevaplar verirken arkadaşlarım çoktan havalandığımı, kendimi çoktan ünlü olarak gördüğümü söylüyorlardı. Söylenenlerin hiçbirine aldırmıyordum. Ancak içimde oluşan o tarif edemediğim boşluk ile kendimi koca taşın yanında buldum. Selma yoktu, hayallerimiz yoktu, hikayemiz bitmiş miydi? Kimseyle konuşmak istemiyor, sadece Selma’yı merak ediyor, ona hak ettiği ödülünü vermek istiyordum. Selma’nın köyünden olanlara her gün Selma’yı soruyordum. Aldığım cevaplar hep aynıydı, görmediklerini, annesinin hasta olmasından dolayı hastanede olabileceğini söylüyorlardı. Günler geçiyor ama Selma’dan hiç ses çıkmıyordu. Üç haftadır Selma’yı görmüyordum. Her teneffüs gittiğim koca taşın oraya da eskisi gibi gitmiyordum artık. Selma’nın önerdiği kitapları okuyor, çok sıkıldığımda dere kenarına gidiyor ve orada devam ediyordum okumaya. Başka türlü olmadığını, insanı rahatsız eden bir şeyler varsa kitap okuyarak rahatlayabildiğini o zaman anladım. Selma’yı görmediğim dördüncü haftayı da bitiriyordum. Acaba onu görebilecek miyim diye düşünürken, koşarak gelen nöbetçi öğrenci, kapıda Selma diye birinin beni sorduğunu söyledi. Hemen dış kapının önüne gittim. Gözlerim Selma’yı arıyordu ki, onu görmüştüm. Siyah saçlarını kapatmış, küçücük yüzü yazmasının altında daha da küçülmüş gibiydi. Nöbetçi öğrenciden beni dışarı çıkarmasını istedim ama izin vermedi. Demir kapının ardından sarıldık, “Ne oldu, neden gelmiyorsun okula?” diye sordum. “Öykümüz” dedi meraklı bakışlarla. “Kazandın! Birinci oldun tabi ki de! Sen kazandın!” dedim. “Bekle, sana ödülünü vereceğim,” dedim, tam koşmaya hazırlandım tuttu kolumdan. “Dur! Sana bir defter daha bırakıyorum, bunu da sakla olur mu,” dedi. Annesinin hastalığı dolayısıyla başka bir hastaneye gideceğini ve annesinin yanında olması gerektiğini söyledi. Baban mı dedim, başını önüne eğdi. Hastaneye mutlaka geleceğimi, beni hastaneden aramasını söyledim. Sonra iki dakika bekle, sana ödülünü getireceğim dedim ve koşarak sınıfa gittim. Çantamda her gün özenle getirdiğim paketi alıp dış kapıya koştum. Ödülü alırken ki yüz ifadesini düşünüyor, heyecanlanıyordum. Kucağımda taşıdığım paketi vermek üzere geldiğimde, Selma gitmişti. Omuzlarım çökmüş, sanki bütün nefesimi o anda almışlar gibi hissettim. Olduğum yere oturdum ve ağlamaya başladım. Nöbetçi öğrencinin uzattığı kırmızı kaplı defteri alıp koca taşın oraya gittim. Hayatımda ilk kez hıçkıra hıçkıra ağladım. Biraz sonra defteri açtığımda yarışmaya gönderdiği hikayenin el yazılı aslı ilk sayfada duruyordu.
FİLİZ Bulut
Uludağ Üniversitesi Tıp Fakültesi Tıp Tarihi ve Etik AD
filizbulut.2816@gmail.com