Ağrı Dağı Efsanesi
Serkan öğrenci yurdundaki odasına girdiğinde, ayda bir, memlekete gittiğinde yıkanan tek pantolonunun paçaları çamur içinde ve sırılsıklamdı. Yurdun ana yola daha yakın eski kapısını zincirleyip, girişi ana yoldan bir kilometre uzağa yapan zihniyete de (yurdun spor salonunda DİSK davası görülüyordu, bu yüzden aynı anda iki girişin varlığı manidar bulunmuş olmalıydı) annesinin bütün uyarılarına rağmen ayaklarını sürüyerek yürümesine de (“Oğlum, senin geldiğini daha sokağın başındayken anlıyorum ayak sürümenden” derdi annesi, pantolonunun ta kalçalarına kadar çıkmış çamurları fırçalarken) belediye otobüsünde kız arkadaşıyla vedalaşırken ensesine yumruk atan Karadenizliye de (“Utanmiy misun alemin onünde sarmaşmiya? İn aşağı pen saa edeceğumi pilirum” demişti Laz uşağı ve neyse ki şoförün araya girmesiyle fazla dayak yemeden arkadaşıyla ortamdan uzaklaşabilmişti) sövdükçe sövdü. Ama en çok Karadenizliye…
Bir de sevgilisiyle tutunduğu direğin önünde oturan o modern görünümlü bayana.. “Ayıp değil mi çocukların önünde böyle sarmaş dolaş? Aaaa, olmaz ki ama!” deyip nasıl gaz vermişti laza! Oysa o “onlar genç canım, olur böyle şeyler” denmesini en çok o kadından beklemişti. Üstelik, üstelik sadece yanaktan bir veda öpücüğüydü alınan…Üstünde babasının 25 yıllık aba kalınlığındaki paltosu olmasa belki daha rahat savunurdu kendini ama bu yiyeceği yumruk sayısını azaltamazdı. Ömründe kimseye yumruk atmamış, açıkçası babasından yediği bir iki taneyi saymazsak (amatör boks yapmıştı babası, vurunca beynini sallardı adamın) kimseden de yememişti. Yol boyunca lazı da, o beyaz kürklü, 2 çocuklu kadını da, gah çok anlamlı cümlelerle (“Hanımefendi senin çocukların hiç mi Tv seyretmiyor? Artistler öpüşünce de böyle mi kızıyorsun a zurefanın düşkünü!”) gah üstün dövüş teknikleriyle (hayalara sert bir tekme, ardından bir sağ aparkat ve nakavt) dövdükçe dövmüş, dövdükçe dövmüş ama bir türlü siniri yatışmamıştı. İnsana olan güveniydi yara alan, modern insana duyduğu güvenin yanında özgüveniydi bir de yıkılan.
Nasıl gençlere bu kadar hoşgörüsüz olabilirdi “insan” ve nasıl koruyamaz kendini 19 yaşında 180 santimetre boyunda bir deve!.. Cümledeki uyağı kaçırdığını fark edince gülümsedi. Kendisine öfkesi uyağa baskın gelmişti. Pantolonu çıkarıp kaloriferin üstüne koydu. Yemek saati bitmeden kurusa iyi olurdu. Gece odada bir şeyler yemek yasaktı. Katı kuralları vardı yurdun, albay emeklisi müdürler ve 12 Eylül zihniyetince konulan. Yurda geç kalmak yasak, 24’ten sonra odada lamba yasak. Hele Gestapo nöbetçiyse (Karısını balkondan attığı iddia edilen SS subayı tipli müdür yardımcısı) etüdde tahta sandalyenin üstüne battaniye koymak da yasak.
Yakalarsa kış gecesi nasıl uyuyacağını düşünmez, battaniyeye el koyar, ertesi gün de disipline verir, yurttan attırıverirdi. Bak yine aklına laz geldi. Sen öğrencilerin ecel gibi korktuğu bu Gestapo’ya herkesin içinde diklen, kafa tut, laf söyle, sonra bir otobüs dolusu insanın ve hepsinden önemlisi sevgilinin önünde sopa ye… Bu pantolon da kurumaz işte böyle… Herkes yemeği bitirdi, sen daha, ohoooo… Pantolona söylenirken içeri Yakup girdi. “Haydi oğlum bu saatte yatılır mı, pijamayı çekmişsin? Giy pantolonu, azıcık kayalım dışarıda” dedi. Son 20 yılın en soğuk kışıymış, pek çok yerde okullar tatil olmuş, dışarıda öğrenciler erotik (kadın-erkek) kardan adamlar yapmışlar, yurdun eğimli arazisi Uludağ’ın yamaçları gibi, kayan öğrencilerle doluymuş… Serkan pantolonun paçalarındaki çamurları çitileyerek gah bulaştırıp gah temizlerken, bir çırpıda anlattı bunların hepsini Yakup. Dışarısı gerçekten ana baba günüydü. Serkan bu kalabalığı fark etmiş ama gerek Karadenizliyle uğraşmaktan gerekse akşam okul dönüş saatinin normal kalabalığı zannetmesinden üstünde durmamıştı. Ama şimdi akşam karanlığında bir gölün yüzeyini andıran karın üzerinde öğrenciler kuğular gibi kayıyorlardı. Serkan bu kayma işinden pek korkardı.
Çocukken merdiven korkuluğunda ve okul koridorlarındaki mermer zeminde kaymaları sayılmazsa, lisede Serbay’ın kaykayından daha ilk adımıyla uçuşu ve sırt üstü yere yapışması tek ve kalıcı deneyimi olmuştu. Caddenin ortasında uzun bir süre sırtüstü yatıp nefes almaya çalışırken, bir daha kendiliğinden kayıp giden şeylere binmeme sözü vermişti… Yakup’un çekiştirmesiyle kendini kayan bir trenin en arka vagonu olarak buldu. Gençler dizilip koşturuyor ve yeterli hıza ulaşınca diz çöküp kayıyorlardı. En azından birbirine tutunmaları ve yere yakın kaymaları güvenli gelmişti Serkan’a. Birkaç kez kaydılar ama sonuncuda Serkan düşme tehlikesi atlatınca korkuları depreşti ve üşüyene kadar (Nasıl da çabuk üşürdü! Çocukluğunda herkes yüzerken o gölün kenarında takırdayan dişlerini güneşle ısıtmaya çalışır, alay konusu olurdu) bir süre daha Yakup’u ve kayanları seyretti “Ben acıktım, yemeğe gidiyorum, gelecek misin sen de?” diye seslendi Yakup’a. Yok, o bir süre daha kayacak sonra da İsmetlerle beraber sinemaya gidecekti. “Bu havada sinemaya gidilir mi oğlum? Kantinde masa tenisi oynayalım” dedi. Hayır zaten yurdun sinemasındaydı film, dışarı çıkılmayacaktı… Yurtta film seyretmek eğlenceli olabiliyordu. İşletmeci 8. sınıf uvertür filmler getiriyordu, filmin parçaları karışıyor, araya eski filmlerden fragmanlar giriyor, oluşan durumun saçmalığına gülüyordun. Hatta bir keresinde Türkçe alt yazılı bir filmin ikinci yarısında Türkçe dublaj olması, herkesin oyuncuların dil öğrenmedeki yeteneklerine kahkahalarla gülmesine yol açmıştı… Sonra meşhur Malkoçoğlu filmleri… Cüneyt Arkın görüntüye girdiğinde herkesin delice alkışlayarak çocukluğunu anımsaması ve filmlerin absürd ötesi hataları… Bir de bugün yaşanan onca tatsızlıktan sonra… Neden olmasın? “Tamam, bana da bilet alın, ben parasını veririm” dedi ve yemekhaneye doğru çok dikkatli adımlarla yürümeye başladı. Kayanlar nedeniyle eğimli zemin cam gibi parlıyor ve Serkan’ın ayakta durmasını zorlaştırıyordu. Az önce kendisinin de kaymaya çabaladığını unutarak ve olası bir kıskançlıkla, düşüncesizlere söylendi. Çocuk gibi ne zevk alırlardı ki böyle kaymaktan? İki kaydın yeter, git dersine çalış. Bak yürüyemez olduk adam gibi. Ya şu merdivenden nasıl inmeli? Allahsızlar, merdivene de, rampadan kayar gibi eğim yapmışlar… Merdivenin kenar kısımlarındaki karlı bölgeye basarak indi, hepi topu dört basamak ama insan korkuyor tabii. Dikkatli inmeli, hayatın ilk kez kız arkadaş yapılmış bu döneminde bir kazaya meydan verilmemeli. Zaten olan olmuş bugün, kızın yanında karizma hasar görmüş (bak yine laz geldi aklına), bir de “karda kayıp düştüm, kaseyi kırdım” olmasın bari. Kazasız belasız yemekhaneye varıp, kuyruğa girdi. Filme daha bir saat vardı. Rahatça yetişirdi…
Yemekhanede Ayhan ve İsmet’le karşılaştı. Onlar yemeklerini bitirmek üzereydiler ama bir süre Serkan’la oturdular. Bu geceki film öyle abuk sabuk bir şey değilmiş. Sanat filmiymiş. Ödül falan almış, ama adını bilen yoktu. Bilet almaya gidince öğreneceklerdi. Serkan, bu sıkıcı sanat filmine gitmek ya da yatağa yatıp beyaz kürklü kadını ve Karadenizliyi sabaha kadar dövmek arasında bir süre kararsız kaldı ama onları filmden sonra da dövebileceğini düşünerek, masadan kalkan İsmet’e bilet talebini anımsattı. Yemekten sonra onlarla odada buluşur, beraber filme giderlerdi. Anlaşıldı, ayrılındı. Daha 20 dakika vardı filme, yani kantinde yemek sonrası bir çay keyfine bu soğukta kimse hayır diyemezdi. Çayın hemen ardından hızla odaya seğirtti. Çay tahmininden sıcak, zaman hedeşediğinden hızlıydı. Odaya vardığında Yakup ve İsmet’i kendini bekler ve sinirli buldu. Üç dakika vardı filmin başlamasına, üstelik de bileti birilerine sipariş etmişlerdi. Adamlar girişte bekleyecekler, bunlar gelmezse satıp gireceklerdi. Koşmaya başlandı. Yetişilirdi canım, paniğe gerek yoktu. Gel gelelim yollar buz, merdivenler ayna gibiydi. Koşmak olanaklı değildi. Koşu karla kaplı çimlere yöneldi. Buradan rahat koşulabiliyordu. Ama merdivenin yanından, dört basamak, yaklaşık elli santimlik bir yüksekliği atlamak gerekliydi. Önce Yakup atladı ardından Serkan. Ayağının altında buz tutmuş taşı hissetmesi, ayak bileğinin bir dikiz aynası gibi burkularak dönmesi, düşmesi ve İsmet’in duramayıp onun üstüne düşmesi yalnızca üç saniye sürdü. Ağrısı o kadar şiddetliydi ki, “başını vermeyen asker” kararlılığında kalkmaya çalışmasına karşın beceremedi. Arkadaşları bir gözleri saatte, Serkan’ın ayakkabısını çıkartıp ayağını kontrol ettiler. Ne de olsa hepsi tıp fakültesi 2. sınıf öğrencisi idiler. “Tamam, kırık çıkık yok! Hadi kalk bakalım”. İsmet’le Yakup koluna girdiler, Serkan’ı uçurarak, onlar koşarak sinema salonunun önüne geldiler. Arkadaşları vefalı çıkmış onları beklemişlerdi ama içerde de gelecek film görüntüleri bitmek üzereydi. Serkan’ın gözleri bir ufak rakı içtiği zamanki gibi dönüyor ama arkadaşlarına seslenecek gücü kendinde bulamıyordu. Hemen halay ekibi görüntüsüyle içeri girildi ve yerleşildi. Serkan ayak bileğindeki kırığın ağrısından bayıldığında, filmin adı da beyaz perdede okunuyordu. *Ağrı Dağı Efsanesi, Yaşar Kemal’in aynı adlı romanından 1975 yılında Yönetmen Metin Erksan’ın senaryolaştırması ve yönetimiyle beyaz perdeye aktarıldı. Film 1976 yılında, Antalya Altın Portakal Film Festivali’nde “En İyi Görüntü Yönetmeni” ödülü aldı.
Öykü / Dr. Ersan Taşçı