Bilmek İstemediğim Şeyler; Deborah Levy’den Bir Kadın Yazısı

2013’te yayımlanmış ‘Bilmek istemediğim şeyler’ (Things I don’t want to know) (1), Güney Afrika’lı feminist yazar ve şair Deborah Levy’nin ilk otobiyografik tahlilidir. Bu aynı zamanda George Orwell’in 1946 yılında yayınlanmış otobiyografisi ‘Neden Yazıyorum’ (Why I Write) (2)’un giriş kısmında; bir nesir yazarı olmak için gerekli olduğu ileri sürülen temel dürtüleri feminist bir bakışla eleştirme ve böylece kendi yazın serüvenini büyüteç altına alma çabasıdır aslında. Levy’nin henüz Türkçeleştirilmemiş olan ikinci otobiyografik kitabı “Yaşamın Maliyeti” (The Cost of Living) 2018’de ve son otobiyografik cilt olan “Mülk” (Real Estate) Mayıs 2021’de yayınlandı. Levy bunları “yaşayan” otobiyografiler olarak tanımlar: “çünkü umudun tükendiği hayatın sonunda değil, hayatın fırtınasında yazılıyorlar”dır. (3)

George Orwell’in otobiyografik kitabı “Niçin Yazıyorum”a cevaben yazılmış “Bilmek İstemediğim Şeyler”de Levy hayatının çeşitli kritik anlarını-eşiklerini fotoğraf kareleri şeklinde dondurur ve bir kadın olarak onu yazmaya iten kritik anların ya da eşiklerin altını çizer. Bu biyografik hikayeler kronolojik zaman sıralamasına göre düzenlenmemiştir. Yazar kitabı kendi kurgusu içinde sona doğru giden yolculuğunu önce aktararak, yani sondan başa doğru gidecek şekilde başlatır ve ilerleyen sayfalarda da yaşam hikâyesini geri dönüşlerle anlatır. Bu onun döngüsel ve kendisini sanatsal bir şekilde tekrar eden yazınını okuyanlar için şaşırtıcı değildir. Burada yazarın en eski, en kafası karışık haliyle karşılaşırız. (3)

George Orwell “Neden Yazıyorum” adlı kitabının giriş bölümde nesir yazmak için bir yazarda olması gereken dürtülerden söz eder. Bunlar zamandan zamana ve kişiden kişiye değişiklik gösterebilirse de dört temel dürtü vardır: ‘Saf (katıksız) Egoizm’, ‘Estetik Coşku’, ‘Tarihsel Dürtü (İtki)’ ve ‘Politik Amaç’. (2, s.12) Bilmek İstemediğim Şeyler bu dört dürtünün her birini bir bölüm başlığı yapan dört ana bölümden oluşur. Levy kitabında erkek yazarlar için söz konusu olan bu dürtülerin kadın yazarlarda, kadının toplumsal, kültürel ve tarihsel farklı konumundan ötürü, aynı şekilde işlemediğini ileri sürer. Çünkü erkeklerle kadınların yaşamları aynı şartlara, olanaklara veya konfor alanına sahip değildir. Orwell’ın metninde ileri sürülen tezleri kendi yaşamından örneklerle, kadın diline çevirerek irdeler. İlk bölüm insan özünün yaşamı değil de yaşamının insanı biçimlendirdiğine vurgu yapan varoluşçu felsefeye atıfta bulunarak Sartre’dan bir alıntıyla açılır: “Siz yaşamınızsınız, başka bir şey değil” (Sartre, Gizli oturum, 1944)

Kitapta Deborah Levy ilk önce 5 yaşında küçük bir kız çocuğu olarak karşımıza çıkar. Babası baskıcı ve ırkçı bir yönetim şekli olan Apartheid Güney Afrika’sında, insan hakları ve eşitlik için savaşan ANC (Afrika Ulusal Konseyi) üyesidir. Bir gün, nadiren kar yağan Güney Afrika’da, evlerinin bahçesinde bir kardan adam yaptıkları sırada babasının polislerce evden alınıp götürülüşüne tanıklık eder. Afrika yıldızlarının altında duran kardan adamın gözlerini yapmak için eve koşup zencefilli iki kurabiye getirmeye gittiği sırada güvenlik polisi bungalov evlerinin kapısına dayanır ve valizini hazırlamasına müsaade ettikleri babasını beyaz bir arabaya bindirerek apar topar götürür. Çocuk Deborah ona el sallar, ama bu el sallayış karşılıksız kalır. Bu an Deborah’ın zihnine donuk bir resim olarak kazınmıştır. O küçük kız çocuğu herkes gittikten sonra pijamalarıyla bahçeye çıkıp kardan adama “babasına ne olacağını” sorar. Kardan adam da cevap verir : “Baban zindana atılacak, işkence görecek, gece boyunca çığlık atacak ve sen onu bir daha görmeyeceksin” (s. 34)  Deborah da, dadısı, bir Zulu kadını olan Maria’nın ona dediği gibi:

“annesi ve babası kendilerinden alındığı için cesur olmak zorunda kalan pek çok çocuk” gibi cesur olmak zorundadır artık. Kardan adama taktıkları şeftali dalından gülümseme kırılıp yere düşer ve kardan adam erir.  Çünkü “kardan adam çocukların evden izlemek için yaptıkları yuvarlak baba figürüdür, ağırdır, özlüdür,  ama aynı zamanda temelsiz, dayanaksız ve düşseldir… babası kardan bir hayalete dönüşmüştür” (s. 36).

Gittiği okulda dilsiz olduğu sanılacak şekilde sessizdir, ona okuma yazma öğretmeye çalışan Afrikaner öğretmene okumayı önceden bildiğini söylemez, aynı şekilde yazma çalışmasına egzersiz defterinin en üst satırından başlamasını isteyen öğretmeni duymazdan gelerek ve neden öyle yaptığını bilmeyerek, sürekli uyarılmasına rağmen öğretmenini delirtecek şekilde, ısrarla, sayfanın üçüncü satırından itibaren yazı yazmaya başlar. Bu sorunu çözmesi için gönderildiği okul müdürünün odasında, müdür tarafından bacaklarının arkasına vurularak cezalandırılır, buna çok şaşırır ve işte o an bazı şeylerin farkına varmaya başladığı birinci eşiktir:

“ kendini güvende hissetmesi gereken insanların yanında” asla güvende değildir. Okulda yaşanan bu olay üzerine annesi onu Durban’daki yakın arkadaşı, aynı zamanda da Deborah’ın vaftiz annesi olan Dory’nin yanına gönderir, orada bir süre bir rahibe okuluna devam eder. Deborah orada vaftiz annesinin çok sevdiği muhabbet kuşu Billy Boy’un kafesinin kapısını açıp özgür bırakıncaya dek kalır, bu olaydan sonra annesinin yanına geri yollanır. Bu arada 8 yaşındadır ve babası hâlâ dönmemiştir. Buna rağmen Deborah onunla durmadan içten içe konuşmaktadır. Babası ona düşüncelerini mutlaka yüksek sesle söylemesini isteyen bir mektup yollar. Ama Deborah yüksek sesle konuşmak yerine yazmaya karar verir. “Kaleminden çıkıp kağıda aktardığı düşünceler, onu travmatize eden, üzen şeylerdir; “aslında bilmek istemediği her şey”dir. (S.63). Yazarak bir anlamda onlardan kurtulmayı ümit eder. 9 yaşına girdiğinde babası salıverilir.  Babasının eve geldiğinde ilk görmek istediği şey hapse götürülürken birlikte yapıyor oldukları kardan adamdır. (s. 72) Ardından ailecek Birleşik Krallık’a gitmek üzere bir gemiye binerek Güney Afrika’dan ayrılırlar. Bundan sonraki yıllarda Deborah’ın yaşamındaki önemli eşiklerden birisi olan Kuzey Londra’nın bir banliyösündeki sürgün hayatı başlayacaktır. Orada, evden kaçarak salaş işçi kafelerinde (bu kafelere yağlı kaşık denir)  iki büklüm oturarak kağıt peçete yığınına heyecanla “İngilTERE/ İngiltere/ iNGİLTERE” kelimesini yazan (s.80)  İspanyol paça pantolonlu 15 yaşında bir ergendir. Yazmak kendisini olduğundan daha akıllı hissetmesine yol açar. Fakat içinde yazmaktan korkan bir başka yan daha vardır (s.82)

Annesi ve babası arasındaki aşk İngiltere’de kötüye gider ve boşanırlar. Levy önceleri İngiltere’yi sever, İngilizleşmek ister ama sürgünde olmak hissinden de bir türlü kurtulamaz, bu onu umutsuzluğa düşürür. İngiltere’de geçen altı yılın sonunda doğduğu ülke olan Güney Afrika’yı özler. İnsanların acımasızlığına üzülür. Beyaz adamların siyahlara olan kötü davranışlarına sessiz kalan beyazları ve dolayısıyla ırkçılığı sorgulamaya ve bunun üzerinde düşünmeye başlar.  Bu dünyada her şeyden çok yazar olmayı istemiştir, ama çevresinde olan biten her şey onu altüst etmektedir.  Nereden başlayacağını bilemez bir türlü. (s.93) Bir kadın özne olmak için, kendisi olabilmek için sosyal sistemin onu hapsettiği döngüden, kendisini olduğu gibi ifade edebilecek yeni bir dil bularak çıkmaya çabalar, ama nereden başlayacaktır?   Kendi arzularına gülüp geçmek istemez. Kendi kişiliğinden kaçmak istemez. Oysa sistem kadınları her şekilde “kendilerini öldürmeye” itmektedir. (s.101)

Orta yaşlarında iken bir bunalım geçirir. İçinde yaşadığı toplumsal sistemin onu istemediği yerlere taşıyan bir mengeneye dönüştüğünü hisseder. Bir gün bu ruh halinden kurtulmak için buhranlar içinde, iyileşmek ve dinlenebilmek umuduyla bir Majorca-Palma uçağına atlayarak İspanya’da bir ada olan Majorka’ya yollanır. Ancak o, kendisinden önce, 19. yy. da oraya giden ve bir başka adı Amantine olan yazar George Sand’in aksine büyük bir masaya oturup “emzikli bir domuzun” getirilmesini talep edecek cüreti olmayan bir yetişkin, bir yazar ve bir annedir. Ancak uçak ile uzaklara gitmek de onu rahatlatmaz: o, onu yukarı götüren yürüyen merdivenlerde ağladığı gibi, uçakta da ağlar. Uçakta olmak da yerle gök arasında sıkışmışlık hissi yaratır. Belki bu yolculuk küçük bir kızken tek başına uçağa bindirilerek gönderildiği Durban yolculuğunu ; belki o uçakta onunla konuşan; “her kadının iyi bir nişanlıya ve bir elmas yüzüğe sahip olması gerektiğini” söyleyen hostes kadını hatırlatır.  Oysa o bir elmas yüzük ve iyi bir koca değil, daha sonra ne olacağını görmek için ormanda kaybolmayı ister. İçinde yaşadığı sosyal sistemin bir kadın olarak onu oluşturmak ve şekillendirmek için kullandığı yöntemleri çözmek ve aldatmacadan kurtulmak, düşüncelerini istediği gibi bir araya getirebilmek ve özne olabilmek için yeni bir dil arar. Bu süreç “onun için bu düşünceleri kıyıya vurmayı bekleyen dalga gibi havada bıraktım” dediği sancılı bir süreçtir. (s. 29) Bir kadın yazar, edebi araştırmasının merkezine bir kadın karakteri soktuğunda ve bu karakter bulunduğu mekânın gölge ve ışığını yansıtmaya başladığında, ilk etapta toplumsal sistemin onu şekillendirme biçimlerinin düğümlerini çözebilme yetisi olan bir dil bulmalıdır. Toplumsal sitemi oraya yani yarattığı yeni kurgusal mekâna oturturken, bunun içinde kendisine ait sanrılar (düşler) da olacağından, bunu çok dikkatli, kurnazca ve gizemli bir şekilde yapması zorunludur. Bu aşamada kendine sorduğu; cerrahların “kemiğe çok yakın” dediği türden bir soru vardır: “birlikte yaşamaya dayanamadığımız bilgileri ne yaparız? Bilmek istemediğimiz şeyleri ne yaparız? O bunlardan yazarak kurtulmaya çalışır. Bir başka soru daha vardır aklında:  Yazar olmaya çabalamak yeterince yorucuyken bir de özne olmaya çalışmak çok yorucu değil midir? “Kadın yazar kendi yaşamını net bir biçimde hissetmeyi kaldıramaz. Hissederse sakin kafayla yazması gerekirken öfkeyle yazar. (s. 102)  Öfkeyle yazdığında ise Virginia Woolf’un dediği gibi kurmaca karakter bir süre sonra yazarın kendisine dönüşür. Levy, tam da tarif edildiği gibi,  kendi sesini ararken önce git gide sesinin yükseldiğini ve sonrasında, kendi sesini bulduğunda ise artık yüksek sesle konuşmadığını fark eder. Ancak, artık geçmişi düşünmediğini sanırken geçmiş hep onu düşünmekte, bir türlü yakasını bırakmamaktadır. Genç bir kadınken annesi ile birlikte yaşadığı evde, her nasıl olduysa,  çamaşır makinesinin içine dökülmüş bal kavanozundan kaçmış arıları temizlemek işi ona düşmüştür. Bunun için başını çamaşır makinesinin içine sokmuş durumda ve o sırada arılar parmaklarını sokarken; intihara meyilli kadın şairler aklına gelir. Başlarını gaz fırınlarının içine sokarak intihar etmiş kadın şairler derken kast ettiği Sylvia Plath’tır. Sylvia Plath ile Levy’nin, her ikisinin de babalarını erken yaşta kaybetmiş olduklarını ve bunun onları psikolojik olarak derinden etkilediğini de eklemek gerekir. Plath’ın annesine olan nefreti “ Ay ve porsuk ağacı” ve “Medusa” gibi bazı şiirlerinde çok belirgindir. Levy’nin de annesi satır aralarından anlaşıldığı kadarıyla buyurucu ve sert bir kadındır. Her iki yazarın da yazın evreni pedagojik açıdan ayrıca değerlendirilmeye açıktır.

Levy kitabın sonunda  “varılacak neresi vardı bilemezken” dediği yerde; bu dizenin Sylvia Plath’ın ‘Ay ve Porsuk Ağacı’ adlı şiirine gönderme yaptığını vurgular. Evet, Deborah Levy’nin de  “varılacak neresi vardı bilemezken” varmak istediği yer yazarak kurtulmaya çalıştığı; ona acı veren geçmişi değildir. Bu sorunun cevabını en sonunda Majorka’da bulur: Varmak istediği yer erkeklerin tıraş olabilmesi için yükseğe yerleştirilmiş prize bilgisayarının fişini takıp yazmaya başlayabilmesidir: Bunun için gerekli olan şeyler ise bir uzatma kablosu ile bir adaptördür sadece.

Kaynakça:

1.Levy, Deborah, Bilmek istemediğim şeyler, Türkçesi: İnci Asena, Everest yay. 1. Basım: Nisan 2019

2.George Orwell, Neden Yazıyorum, Türkçesi. Levent Konca, İthaki yay. 1.baskı, Temmuz 2021

3.https://www.theguardian.com/books/2014/mar/29/deborah-levy-beautiful-mutants-swallowing-geography-unloved

Yazarın Diğer Yazıları
deneme bonusu veren siteler yeniokul.net casino deneme bonusu veren siteler