İlk Görev

Tıp Fakültesine başlayan bir öğrenci kendini Ord. Prof. sanır. Nasıl sanmasın? En iyi, en zeki öğrencilerin ilk tercihi tıp fakültesidir. Özgüveni fazladır. Başarılı olan, zeka düzeyi yüksek olanlar genellikle doktor olmak isterler. Eskiden böyle olduğu gibi, (doktorlara yapılanlar gözler önünde olduğu halde) günümüzde de bu tutku devam etmiyor mu? Puanlamada ilk sıralarda olan öğrencilerin büyük çoğunluğu tıp tercihi yapmaktadır. Anneler kızları ile övünürken “kızımı ne doktorlar, ne hakimler, ne mühendisler istedi” diyerek doktorları hep ön plana koymaktadır. “Doktordan satılık araba” dendiğinde o araba kapanın elinde kalmaktadır. “Benim komşum Dr. falan-filan” diye öğünen komşular vardır. Bir yerden taksitle mal almak istersen doktorlara sorgu-sual yapılmadan, güvence aranmadan hemen verilir. Çünkü doktorun dürüst, borcuna sadık olduğu bilinir.

İkinci sınıfa geçen öğrencinin ilk yıl burnu sürtülmüştür; yine de o bir Prof.dür. Üçüncü sınıfta bir Prof. kadar bilgisi olmadığını anlar, doçentlikle idare eder. Dördüncü sınıfta ise yardımcı doçent, beşinci sınıfta baş asistandır. Altıya geçtiğinde kendini asistan sanır. Ama mezun olduğunda hiç bir şey olmadığını fark eder, sadece tıfıl bir doktordur.

Mezun olan doktor sevinecek mi, üzülecek mi onu da bilemez. Sudan çıkmış balık gibidir. Öğrencilik iyidir. Her gün vatan kurtarılır, grup halinde gezmeler, sohbetler hoştur. Dar bütçe ile ay başlarında içilen bir biranın tadı hep damağındadır. Olanak oldukça gidilen sinemalar, tiyatrolar özlenmeğe başlar. Arkadaşları ile sevinçler paylaşılır, birlikte üzülünür. Hep beraber ağlar, hep beraber gülerler. Birlikte içilen bir çayın, birlikte yenilen bir yemeğin tadını bir daha alamayacaktır. Bunlar üzer yeni mezun tıfıl doktoru.

Diğer yandan bir meslek sahibi olmuştur, maddi sıkıntısı artık kalmayacaktır, bir burs parası ile kıt kanaat geçinme derdinden kurtulmuştur. İlk sıralar bunu düşünür, sevinir. Fakat esas dert şimdi başlamıştır. Eğer baba parası ile okuyup maddi sıkıntısı yoksa hocaların peşinde koşacak, uzmanlık için çırpınacaktır (Bu durum 70’li yıllarda böyleydi, TUS yoktu). Uzman olabilmek içi volonter (maaşsız) çalışmayı bile göze alacaktır. Öğrenciliğinde kredi aldıysa zaten dar gelirli biridir, volonter çalışmayı göze alamayacaktır. O nedenle üniversitede ihtisası pek düşünemez. Devlette olsun, maaşlı olsun düşüncesindedir.

Yok eğer burs aldıysa durum gerçekten çok ciddidir. İşte o zaman başını iki eli arasına alır ve kara kara düşünür: Tayini nereye çıkacaktır? (Maalesef artık bütün doktorlar zorunlu hizmete gidiyor). Büyük olasılıkla ve torpili yoksa (ki burs alacak kadar dar gelirli ya da hiç gelirli biridir, tabi ki torpili olmayacaktır) kuş uçmaz, kervan geçmez bir yere tayin olacaktır. Sadece kuzu kuzu öğretmenlerin gittiği yerlere kendisi de kuzu kuzu gidecektir. (Bu bölgelerde çalışan diğer memurlar genellikle o bölgenin insanlarıdır.)

Mecburi hizmet yapan bir doktor ihtisasa geç başlayacaktır. İstediği branşı seçmekte zorlanacaktır. Taze bilgilerin hepsi bayatlayacak, sınavı kazanmak bile zorlaşacaktır. Hele bir de evlenip çoluk çocuğa karıştıysa artık her şey daha da zordur. O kadar yıl doktorluk yapıp amir iken asistan olarak bir şefin emrinde çalışmak, bazan azarlanmak zor gelecektir. Belli bir düzene giren aile yaşamı yeniden bozulacak, yoğun çalışma, gece nöbetleri çocukları ihmaline sebep olacaktır. Hele bir de bayansa durum daha da vahimdir. Çocuğun bakımı, hastalığı, derdi çoktur. Genelde bu işler kendisine bakmaktadır. Akşam koca gelecek aş-ekmek isteyecektir. Hafta sonları çamaşır, temizlik derdi vardır. Doktor hanım artık nefes alacak durumda değildir; boğuluyordur. Doktor, erkekse mecburi hizmet sonunda askerlik yapması gerekecektir. Talim, terbiye, yat kalk derken bir buçuk yıl çoluk çocuktan ayrı kalacak, ihtisas biraz daha gecikecektir.

İşte, yeni mezun olmuş, burs almış bir doktorun öyküsü…

Haziranın bilmem kaçı. Yıl 1969. Kur’a çekimi için Ankara’ya gelmişti. Öğrenci İşleri bürosundan altı yıl boyunca aldığı notları gösteren bir çizelge ve mezun olduğuna dair bir belge vererek Ankara’ya gitmesini söylemişlerdi. Mecburi hizmeti olduğu için diploma veremiyorlardı. Diplomayı mecburi hizmeti bitince alabilecekti. Belgeyi verirken de acele bir Hipokrat yemini ettirdiler. Başarılar dileyip gönderdiler.

İçinde bir eziklik vardı. Heyecanlı mıydı? Hayır. Hiç heyecan duymuyordu. Yıllardır kendini şartlandırmıştı. Okuyabilmek için bu bursa ihtiyacı vardı ve almıştı. Şimdi 6 yılın üçte ikisi 4 yıl zorunlu hizmeti yapacaktı. Önce mecburi hizmet, sonra ihtisas. Araya askerlik de giriyordu. Demek ki bir altı yıl da böyle geçecekti. Burs almayan arkadaşları hocaların peşinde koşup bir ihtisas yakalama çabasındaydılar. Bazı arkadaşları da Almanya’ya gitmeyi planlıyordu. Almanya’ya gidecek, anestezi ihtisasına başlayacak, o arada dil öğrenip istediği dalda uzman olacaktı. Anestezi için Alman hükumeti dil şartı koymamıştı. İçindeki ezikliğin, sıkıntının bir nedeni buydu. Ama en çok kendisini etkileyen arkadaşlarından ayrılmaktı. Bu zor geliyordu. Altı yıldan beri aynı odayı paylaştıkları, can-ciğer oldukları arkadaşları vardı. Birbirlerinin derdine çare bulmak için tek vücut olan, birlikte güldüğü, birlikte ağladığı, birlikte eğlendiği arkadaşları.

Altı saat süren otobüs yolculuğunda bunları düşünmekten uyuyamamıştı. Uyumak için gece binmişti halbuki. Günün ilk ışıkları ile Ankara’da otobüsten inmiş, sabahın serinliğinde bir ürperme gelmişti vücuduna. Bir simit alıp soluğu bir kahvede aldı. Biraz ısınması gerekiyordu. Bu ayda üşüyeceği hiç aklına gelmemişti. Belki de uykusuzluğun etkisi ile üşüyordu. Yoksa heyecanlı mıydı? Tabi biraz heyecan vardı, ama heyecandan titremiyordu; sabahın ayazı idi titremesinin nedeni.

Bir dolmuşla Ulus’a çıktı. Vakit daha erkendi. Ankara’yı hiç görmediği için Sağlık Bakanlığına kadar yürümeği düşündü. Mesafe biraz uzundu, ama yurttan okuldaki yemekhaneye kadar iki – üç kilometrelik yolu her gün yürüyordu öğrenci iken. Neden mi? Yemek 150 kuruştu. Ring 20 kuruştu. 20 kuruş git, yirmi kuruş gel, bir de yemeğe 150 kuruş ver; ne yaptı? 190 kuruş. Bütçesi buna uygun değildi. Zaten bursu ne kadardı ki? 250 lira burs ile yurt parası ver, yemek parası ayır, kitap-defter parası kalmıyordu. Gerçi tıpla ilgili kitap pek yoktu, ama teksirler vardı. Bunlar da paraylaydı. Bir de mutemet her ay iki lira keser, eline 248 lira geçerdi. Gündüz sorun yoktu, okuldaydı tüm gün. Akşam yemeği için bu  eylemi yapması gerekiyordu. Birçok arkadaşı da aynı şeyi yapmıyor muydu?

Avuç içi kadar olan kâğıtta ne yazıyordu? “M… ilinin P… ilçesinin Dereli Sağlık Ocağı”

Kaçıncı defadır cebinden kâğıdı çıkarıp bakıyordu. Aslında gerek kalmamıştı. Sarı bir zarfın içinde tayin yazısı eline verilmişti. Düşünceli düşünceli Kızılay’a doğru yürüyordu. Hem yürüyor, hem “gidip yeri görsem mi?” diye düşünüyordu. Şimdi memlekete gidip ne yapacaktı?  Bir pasaj gördü. Girdi. Ortasında masa- sandalyeler konmuş oturanlar vardı. Kendisi de boş bir masaya oturdu ve çay söyledi. Cebindeki paraları hesapladı. Parası yeterdi. Tayin olduğu yeri görmeğe, sonra eşyalarını almak için memlekete gitmeğe karar verdi.

Pasaja girerken bir kitapçı görmüştü. Vitrinde de gözüne İrfan Titiz’in kitabı ilişmişti. Prof. Dr. İrfan Titiz, Prof. Dr. Sabih Oktay, Prof. Dr. Hamdi Aktan’ın birlikte yazdıkları iki ciltlik dahiliye kitabı. Bu kitap doktorların başucu kitabıydı. Bir arkadaşında görmüş, ödünç alarak kısmen okumuştu. Semptoma (belirtiler) göre konuları almış, çok geniş bir şekilde o semptoma ilişkin tüm hastalıkları irdelemişti. Bu kitabı da alması gerekiyordu. Gittiği yerde notlar ve teksirler takıldığı zaman bakması zor şeylerdi. Hesapladı, parası buna da yetiyordu.

***

Sağlık müdürü altmışlı yaşlarda babacan biriydi. Kendisine çok sıcak davranmıştı. Oturtup çay söylemiş, karnının aç olup olmadığını da sormuştu. “Geldiğine göre işe başlatalım seni” dedi. İşe başlama yazısını yazacak, on gün izin verecekti. Ne kadar erken başlarsa mecburi hizmet o kadar erken bitecekti.

Tayin olduğu yer yeni belediye olmuştu. Bu köyden (sağlık müdürü buraya devamlı köy diyordu) çıkan iktidar milletvekili sağlamıştı belde olmasını. Sağlık ocağında bir sağlık memuru, bir ebe ve bir hizmetli vardı. Sağlık memuru köy enstitüsü mezunu olup yöre insanıydı ve orayı çok güzel idare ediyordu. Bir doktorun gideceği kadar hasta potansiyeli yoktu. Bu milletvekilinin girişimleri ile doktor verilmişti. Sağlık ocağının üst katı lojmandı, ebe oturuyordu. Kendisi isterse çıkartabilirdi, ama ebe evli ve iki çocuk annesiydi. Lojmanda kalsa daha iyi olurdu. Kendisi için sağlık memuru bir yer bulurdu.

Ulaşımı sordu. İl merkezine haftada bir gün, ilçeye iki gün dolmuş çalışıyordu. O civara kamyonlar gelip giderdi, onları da ulaşımda kullanabilirdi. “Bugün de ancak bir kamyon bulabilirsen gidebilirsin” dedi sağlık müdürü. Vasıtalar hep akşama doğru kalkarmış. Sabah bulamazmış.

Tarif edilen yere gittiğinde o civara bir kamyonun gideceğini öğrendi. Şoförü bularak kendini tanıttı. O beldeye gitmiyordu ama çok yakın geçiyordu kamyon. Bir-iki kilometre yürümesi gerekecekti. Şoför mahallinde yer yoktu, ama bir çözüm bulacağını söyledi şoför.

Şoför mahallinde şoför hariç üç kişiydiler. Yerini aldığı genç çok kötü bakmıştı. Yer yer sellerin bozduğu, karşıdan gelen arabaya yol vermek için birinin geniş bir alan bularak beklediği dar yolda yolculuk 2,5 saat sürmüştü. Toprak bir yolun başında indirmişlerdi kendisini. Yolu takip ederek varacaktı tayin olduğu yere.

İple çizilmiş gibi upuzun giden toprak bir yoldu. Sanki ufukta sonlanıyor gibiydi. Beldeye ait hiç bir iz yoktu. Traktörlerin oyması ile derinleşmiş iki yanın kıraçlığına inat ortası ve kıyı yemyeşildi. Sağlı sollu kavak ağaçları yükselmişti her iki tarafta. Hafif hafif sallanan yaprakların arasından kargalar merakla kendisine bakıyordu. Ortamın sükunetini bozmamak için hiç sesleri çıkmıyordu. Güneşin batmaya yüz çevirmesiyle sanki her şey uyumağa hazırlanır gibiydi.

Müdür Bey’in dediği gibi, burası bir köydü. Girişteki evler kerpiçten yapılmıştı, hiç taş duvar görmedi. Genellikle bir bahçe ortasında olan evlerin kenarları duvar yerine çitlerle çevrilmişti. Yolun bir kenarında kanal vardı. Buradan nazlı nazlı akan suyun hafif şırıltısı duyuluyordu. Bir-iki köpek görevini yerine getirmek için havlamış, tekrar kenara çekilip yatmışlardı. Yollarda kimseyi görmedi.

Sağlık ocağı da diğer evler gibi, bahçe içinde iki katlı bir binaydı. Tek farkı taş bina olmasıydı. Yola bakan cephesine bir sıra çam dikilmiş; diğer sınırları yine çitlerle çevrilmişti. “Dereli Sağlık Ocağı” yazan kapının yanındaki zile bastı, bir kadın sesi geldi. Başını kaldırdı, balkonda bir kadın “doğum mu var? Diye sordu. Kendini tanıttı. Ebe Hanım evde eşinin olmadığı için buyur edemediğini, sağlık memurunu bu saatte kahvede bulabileceğini söyledi. Doktor tayin edilmesi şaşırtmıştı Ebe Hanım’ı. “Doktor beklemiyorduk” diye ekledi.

Şimdi önünde çakıl taşları ile sertleştirilmeğe çalışılmış, kerpiç duyarların çevrelediği dar bir sokak başlamıştı. Bu yol kendisini bir meydana çıkardı. Buranın da tabanı toprak olup yer yer çıkıntılık yapan dere taşları ile doluydu. Meydana girerken solda basık bir dükkan gördü. Köy bakkalı olduğu belli oluyordu. Sol tarafta bir dükkan daha vardı, ne olduğunu anlayamadı. Karşı tarafta da dükkanlar vardı, hepsi kapanmıştı. Ortada bir çeşme, bir yanda cami ve bitişiğinde de kahve vardı. Hava kararmıştı artık. Meydan aydınlatılmamıştı. Sadece camiden cılız sarı ışık sızıyordu. Kahvenin önünde tellerden sarkan birkaç ampulün aydınlatmağa çalıştığı bahçesi görülüyordu. Kimsecikler yoktu. Açık kapıdan girdi; duvarlara sinmiş sigara kokusu ile karşılaştı. Köşedeki ocakta biri yemek yiyordu. Sağlık memurunu sordu, “az sonra gelir” dedi adam ve yemeğini yemeğe devam etti. Kafasını kaldırıp yüzüne bakmamıştı bile.

Bahçeye çıktı, bir sandalyeye oturdu. Artık adım atacak hali kalmamıştı. İki günün yorgunluğu, gece yolculuğu ve 2,5 saat bozuk yolda geldiği kamyon yolculuğu perişan etmişti. Pişman olmuştu geldiğine. Uykusuzluktan kafası kazan gibiydi. Sağ kaşının üzerine bir ağrı saplanmıştı. “Neden geldim?” dedi kendi kendine, “nerede yatacağım, ne yiyeceğim. Burada ne otel, ne lokanta var. Keşke yanıma bir şeyler alsaydım” diye düşündü. İçine bir sıkıntı girdi. Göğsünün tam ortasına kurşundan bir kütle oturmuş gibiydi. Olan olmuştu bir kere, yapacağı bir şey de yoktu artık. Tuvalet ihtiyacı vardı. Caminin yanında bir tuvalet olabileceğini düşünerek masadan kalkıp o tarafa yürüdü. Amonyak kokusundan kolayca buldu tuvaleti. İşini bitirdi, kenarda abdest alma yeri vardı. Elini-yüzünü yıkadı. Soğuk su iyi geldi. Tekrar kahveye döndü, aynı sandalyeye oturdu.

“Beni aramışsınız”

Başını kaldırdı. Ortadan kısa boylu, kır saçlı, renkli gözlü biri duruyor tepesinde. Kalkmağa yeltendi, sonra geri oturdu.

“Dr. Rıdvan. Buraya tayin oldum da görmek için geldim.”

“Demek sözünü tuttu Mesut Bey. Hoş geldiniz, hayırlı olsun.”

Yandaki boş sandalyeye oturdu. Kahveciye “iki çay” diye seslendi. “Yorgunsunuz. Çayımızı içelim, bize gidelim.”

“Rahatsızlık vermek istemem. Bana sadece kalacak bir yer bulun, yeter. Otel yokmuş. Han gibi bir yer de olabilir.”

“Burası yeni belde oldu. Otel yok. Han da yok. Köy odası vardı, o da ilgilenen olmadığı için bakımsız. Bir yer bulana kadar sizi misafir edebilirim.”

Remzi Bey’in evi de, diğer evler gibi bir bahçe içindeydi. Karanlıkta pek iyi görememişti bahçeyi ama bir yığın ağacın arasında gizlenen ahşap bir binaya girdiler. Kapıdan direkt salona benzeyen geniş bir odaya giriliyordu. Evde sadece eşi vardı. “Çocuklar yatılı okuyorlar, biz bir Köroğlu, bir ayvaz yalnız oturuyoruz” dedi. İki oğlu ve bir kızı varmış. Beldede beş derslikli bir okul varmış, ama buranın halkı kız çocuklarını okula göndermezlermiş. Kendisi kızını okuttuğu için adı komüniste çıkmış. Daha önce okul tek sınıflıymış; Mesut Bey yeni bir okul, yanına da öğretmenler için lojman yaptırtmış.

Sağlık memuru Remzi Bey köy enstitüsü mezunuydu. Bu beldeden değil, ama yakın bir köydendi. Köy enstitülerinin son mezunlarından biri olduğunu, şimdi de kapatıldığını söyledi. Bu bölgenin köylerini karış karış biliyordu. Hepsinde görevli, görevsiz dolaşmıştı. Buranın da köy olduğunu, Mesut Bey’in bu köyden olduğunu, hukuk fakültesini bitirince siyasete atıldığını ve iki dönemdir milletvekili olduğunu söyledi. Beldeye sağlık ocağı onun sayesinde yapılmıştı. Ayrıca iki kereste fabrikası da kurdurmuştu. Biri devlet kanalıyla olmuş, diğerinde de bir akrabasına kredi desteği verilerek kurulmuştu fabrikalar. Aslında belde olabilecek nüfusa sahip değildi; ölenleri bile nüfustan düşmeyerek gerekli sayıyı sağlamış, zorla belde yapmışlardı. Halbuki 15 kilometre ileride olan Olukbelen’in nüfusu daha fazlaydı.

“Beldede lokanta yok” dedi Remzi Bey. “Geldiğin yolun biraz ilerisinde bir alabalık çiftliği var; gelip geçene balık yaparlar.” İki bakkal varmış, fırın yokmuş. Çünkü herkes ekmeğini kendisi yapıyormuş. Kendisi buraya yerleştiğinde şoförlere para verip ekmek, gazete gibi olmayan şeyleri şehirden aldırabilirmiş. Hayvancılığın yaygın olmasına rağmen kasap da yokmuş; “yöre halkı seni kremayla besler, merak etme” diye espri yaptı. “Arada bir hayvan kesilirse belediye hoparlörü ilan eder, ihtiyacı olanlar gider alır” diye ekledi.

Uykusu açılmıştı sanki. Saat 11’e doğru Remzi Bey kalktı, gaz lambası ile bir gemici feneri yaktı; “saat 11’de elektrikler kesilir, sabah ezanıyla gelir” diye ekledi. “Kereste fabrikaları sayesinde elektriğe kavuştuk. Eskiden elektrik de yoktu” dedi. Lambaları kıstı, birini yan odaya koydu, birini de bulunduğu odanın duyarına astı. Kapının yanına da gemici fenerini astı ve ekledi: “tuvalet bahçede, kapı çıkışında çeşme var suyu oradan alırsın.” Şöyle bir durdu, sanki bazı şeylere açıklık getirmek ister gibiydi. “Anadolu köylerinin en kötü sorunu tuvalet bana kalırsa” dedi; “köy köy dolaşıp tuvalet ve fosseptik yapılması için herkesi ikna etmeğe çalışıyorum, ama hiç bir başarı gösteremedim. Benimle alay ediyorlar. Belde içinde tuvalet bir okulda, bir de camide var. Hiç bir evde yok. Sana bulacağımız evde de tuvalet olmayabilir.” Rıdvan suyu sordu;

“Ben kuyu açtım, su deposu yaptım. Rüzgar gülü ile suyu depoya doldurup kullanıyorum. Tuvalete su koyamadım, tuvaletin eve yakın olmasını istemediğimden bahçe kapısının yanına yaptım. İnşallah oraya da su borusu çekeceğim” Biraz durdu, ekledi; “Bunu gördükleri halde kimse böyle bir şey yapmağa heves etmedi. Neden diyeceksin; burası sulak bir yer. Akarsu bol. Beldede de adım başı çeşme var. Söylediğim zaman gerek olmadığını söylüyorlar.”

Ertesi gün sağlık ocağına gittiler. Çam ağaçlarını Remzi Bey dikmiş. “Yolun tozunu tutuyor” dedi. Yan yana duran iki kapı vardı; biri lojmana çıkan merdiven boşluğuna açılıyordu. Yanında geniş olan kapı sağlık ocağının kapısıydı. Giriş geniş bir alana açılıyordu. Sol tarafa doğru koridorun başındaki oda pansuman odasıydı; “benim odam” dedi Remzi Bey. Bitişiğinde iki oda, ara kapı ile ayrılmış doktor odası ve muayene odasıydı. Bu odaların karşısında da aynı şekilde iki oda gördü. Bu odalar da içeriden kapı ile birbirine bağlıydı. Birinde doğum masası gördü. Pansuman odasının karşısındaki odanın hizmetli odası olduğunu öğrendi. Koridorun sonunda karşılıklı iki odanın birinin kapısında “laboratuvar” yazıyordu; mutfak olarak kullanılıyordu. Diğer oda ise ayniyat odasıydı. Ayniyat odasında bir buzdolabı gördü. “Aşı dolabı” dedi Remzi Bey; “gazla çalışıyor, amonyaklı”. Morfin lazım olursa burada çalışan ayniyat memuru veriyormuş. Bol miktarda penisilin, streptomisin, tetra, sulfonamid varmış. Daha sayamadığı çok malzeme varmış. Devlet hemen her şeyi gönderiyormuş. Sadece laboratuvar için malzeme vs. yokmuş.

O gün de kaldı beldede. Akşam kahveye çıktılar. Kahvede Remzi Bey tanıttı kendisini kahvedekilere. Bir şey dikkatini çekti Rıdvan’ın; kahveye girerken kimse yerinden kımıldamamıştı. Çıkarken herkes ayağa kalkarak uğurladılar. Şapkalı olanlar şapkalarını da çıkarmışlardı. Kahveden çıkınca Remzi Bey’e: “Seni çok seviyorlar, bak nasıl uğurladılar” diye takılmak istedi. “Bu saygı sanaydı doktor bey” dedi Remzi Bey. “Artık beni kendilerinden sayıyorlar.”

Remzi Bey’in bu sözünün doğruluğunu göreve başladıktan sonra da karşılaştığı saygılardan anlamıştı. Odasına giren şapkası elinde, elleri önünde, başı yere eğik giriyor, çıkarken de geri geri çıkıyorlardı. 24 yaşında olan doktoru, babası yaşındaki bu adamların davranışı çok rahatsız ediyordu.

***

On günlük iznin peşinden tekrar beldeye geldi. Remzi Bey meydan girişindeki bakkalın üzerini kendisi için tutmuş, iyi kötü yaşanacak hale getirmişti. Ertesi gün göreve başladı. Saat 11’e kadar hiç hasta gelmedi. 11’i biraz geçe zorla yürüyen, nefes darlığı ile bir hasta geldi.

Meslekte ilk hastasıydı. Mecburi hizmetle geldiği bu ilk görev yerinde ilk defa bir hasta ile karşı karşıya kalıyordu. Sağlık ocağına gelirken heyecanlıydı. Ne kadar çabalasa da heyecanını bastıramıyordu. Hastanın yanına girerken de doğal olmağa, heyecanını belli etmemeğe dikkat etti.

Hastayı muayene etmeğe başladığında heyecanı bir parça yatışmıştı. Nefes darlığı ile gelen hasta yatamıyordu. Ayakları şişmişti. Dudaklar hafif syanoze idi. Akciğerlerde staz rallerini hiç zorlanmadan duymuş, kalpteki ritim bozukluğunu saptamıştı. Hastanın karaciğeri de büyük gibi gelmişti; hasta yatamadığı için palpasyonu iyi yapamamıştı.

Teşhisi koymuştu: Kalp Yetmezliği. Belki de kolayca tanı koyduğu için heyecanı yatışmıştı. Şimdi sıra gelmişti tedaviye… Reçete yazması gerekiyordu. Yazacaklarını da biliyordu. Heyecanlanması gerekmiyordu. Ne verecekti? Kalp yetmezliği olduğuna göre Digoxin vermesi gerekiyordu. Ödemler için furosemide gereksinim vardı. Furosemid potasyum kaybettirdiği için yanına potasyum tutan bir diüretik eklerse iyi olacaktı. Bir aldosteron antagonisti ya da triamteren verebilirdi. Aritmisi de olduğu için bir kalsiyum kanal blokeri de vermesi gerekiyordu. Reçeteyi önüne çekti, ilaç yazacak; fakat ilaçların ticari isimlerini bilmiyordu. Furosemid, acaba hangi isimle satılıyordu. Kalsiyum kanal blokeri verapamil düşünmüştü, ama hangi isimde piyasada vardı? Al başına belayı…

Şehre uzak bir yerde olmasa hastayı hastaneye gönderecekti. Ama haftada iki gün ulaşımın sağlandığı, yolculuğun 2,5 saat sürdüğü bu yerde hastayı nasıl gönderebilirdi. Staj yaptığı günleri hatırladı. Mecburi hizmeti olduğu için doğuya gidecekti. En çok doğumdan korkuyordu. Bir doğuma müdahale etmesi gerekirse ne yapabilirdi? Bunun için nerdeyse 24 saat hastanede yatıp kalkmağa başlamıştı. Asistanlara kendisine bir doğum yaptırtmaları için adeta yalvarmıştı. Devamlı aldığı cevap; “Hak et!” Nasıl hak edecekti? Doğum travayını takip ederek.

Bazan 11-12 saat süren doğum sancılarını, hastayı takip ediyor, tam doğum anına gelince asistan gelip “sen şöyle dur” diye doğum yaptırmağa başlıyordu. Hani hak edince kendisi yaptıracaktı? Bir türlü vermiyorlardı doğumu. Doğum bitiyor, kendisine sadece epüzyo diktiriyorlardı. Angarya olan travayın takibi ve epüzyo dikimi kendisine, doğum asistana… İki aylık stajda tek bir doğum bile yaptıramamıştı. Sadece seyretmiş, görerek öğrenmeğe çabalamıştı.

Hastaneye ilaç tanıtımı için röprezantlar gelir, öğrencilere hiç yüz vermezlerdi. Reçete yazmıyorlardı ki!.. Onlara çalışmanın ne anlamı vardı. Kotalarını doldurmağa bir yararları olmazdı. Asistanlara bırakılan kartonlardan bir kaç ilaç ismi öğrenmişti. Bunlar da bir kaç antibiyotik ve bir kaç ağrı kesici. Ama karşısında bir kalp yetmezliği vardı. Bu hastalıkta kullanılan ilaçlar çok ucuz ilaçlar olup kota doldurmağa yararı olmadığı için çalışılmazdı. Hocalar da söz birliği etmiş gibi, “reklam olmasın diye” hiç bir ilacın ticari ismini zikretmez, piyasa ismi ile söyleyen asistanı da, öğrenciyi de haşlarlardı. Kitaplarda da hep jenerik isimler yazardı.

Kitap mı? O zamanlar tıp kitabı var mıydı ki? Olsa bile burs parası ile yurt parası ödeyen, karnını zor doyuran bir öğrenci bu kitapları almakta zorlanırdı. Devamlı derslerde not tutulur, iyi not tutan arkadaşlardan bu notlar alınır, teksir yapılır, diğer öğrencilere dağıtılırdı. Not tutmak da ayrı bir beceri gerektirirdi. Hocalar hızlı konuşur, asetat üzerine yazar, yazdıklarını çok kısa sürede kaldırır, okumağa fırsat bırakmazdı. Bazı arkadaşlar çok hızlıydı. Özellikle bayan arkadaşlar çok hızlı not tutarlardı. Tuttukları notlar tam bir doktor yazısı… Çözüp teksir etmek çok zorlardı yapanı. Teksir de bazan bozuk olur, okuması zor olurdu.

İlaçlar mı? Piyasada hazır ilaç o kadar çok yoktu. Eczacılar sürekli eczanede ilaç yaparlardı. Bu nedenle kendisinde de bol formüller vardı. Neyse ki bunları çok iyi arşivlemiş, bir deftere güzelce yazarak yanına almıştı.

Anadolu’nun ücra bir köşesinde, küçük bir kasaba. Sağlık ocağında daha önce hiç bir doktor çalışmamış. Herkes doktor olarak sağlık memurunu biliyor. Bu hasta da geldiğinde önce sağlık memuruna uğramış, hastayı sağlık memuru “artık doktorumuz geldi, sana o bakacak” diye alıp getirmişti.

Kendi odasında kitaplık benzeri bir dolap, yan odada bir ecza dolabı vardı. Ancak her iki dolap da boştu. Ecza dolabını görünce aklına geldi, ilk müdahale için ilaç var mıydı? Bu hasta çok sıkışıktı, müdahale etmesi gerekiyordu. Sağlık ocağını gezerken bazı ilaçların olduğunu öğrenmişti.  Sağlık memurunu çağırdı, sordu. O da Cedilanid, Lasix, Aminocardol olduğunu söyledi. Demek ki hasta daha geldiğinde sağlık memuru tanıyı koymuştu. İlaçların olduğu dolaba gidip ilaçlara, içeriklerine çaktırmadan göz attı. O zaman aklına Furosemid’ in ticari isminin Lasix olduğu geldi. Nasıl hatırlayamamıştı? Sağlık memuruna “hastayı rahatlatalım” dedi. Sağlık memuru hiç sormadan bir enjektöre Cedilacid, diğerine Aminocardol ve Lasix çekerek hastanın yanına geldi. Alışık olarak tereddütsüz tedaviyi uyguladı. Peşinden odadan çıktı, bir ördekle geldi. “Şimdi idrara çıkar, rahatlar Doktor Bey” dedi.

***

O gün fazla hasta gelmedi. Odasında oturup kara kara düşünüyordu. Hiç böyle bir şey aklına gelmemişti. Yapması gereken en iyi şey bir eczaneye gidip ilaçların ticari ismini öğrenmekti. Kararını verdi, yarın şehre giden araba ile gidip ilaç isimlerini öğrenecekti.

 

Dr. İbrahim BAŞEĞMEZ
(Temmuz 2020)

 

Yazarın Diğer Yazıları
deneme bonusu veren siteler yeniokul.net casino deneme bonusu veren siteler