Nâzım Bursa’dır Bursa da Nâzım

1 Haziran 1933- 5 Ağustos 1934; 5 Aralık 1940-8 Nisan 1950 tarihleri arasında, yaklaşık olarak 11 yılını geçirdiği ve en güzel şiirlerini yazdığı Bursa’da bugün hâlâ Nâzım Hikmet’in izlerine rastlamak mümkün.

Bursa’da şu ana kadar yaklaşık yirmi evde Nâzım’la birebir anısı olmuş insanla karşılaştım. Bunun yanı sıra bu evlerde bizzat Nâzım Hikmet tarafından yapılmış yağlı boya tablolara, oyma işi tepsilere ve kendisi tarafından yazıldığı muhtemel bir de şiire rastladım. Bu eserlerin en önemli yanı ilk kez gün yüzüne çıkmaları ve bulundukları evlerde adı geçen isimlerin Nâzım’ın eserlerinde de yer bulmaları.

Bursa’daki güzel gözlü doktor

“Ali: Doktorlar ne dedi?
Nuri: Birisi zaten revirin doktoru, hastaydı der mi? Fakat ötekisi, güzel gözlü, al yanaklı doktor, kendi eliyle parçaladı ölüyü, hemen oracıkta, yolun kıyısında… Ciğerine baktı, sulu satlıcanı varmış Süleyman’cığın. Barsakları da tekmeden ezilmiş…

Güzel gözlü doktor: ‘Siz öldürdünüz heriŞ, raporu öyle vereceğim,’ diyor. Ötekisi’ Sen rapor veremezsin, raporu benden istediler, sen kim oluyorsun?’ diyor…

”(Ferhad ile Şirin, Adam Yayınları 1987 s. 144)

Nâzım Hikmet’in “Ferhad ile Şirin” adlı oyununun bulunduğu yapıtta geçen “Sabahat” adlı oyunda “güzel gözlü doktor” diye yer verdiği Neşati Üster, onun Bursa’daki doktorudur.

Dr. Neşati Üster’in şu an hâlâ Bursa Verem Savaş Dispanseri ve Nilüfer ilçesinde bulunan Veremle Savaş Derneği’nde kurucu sıfatıyla fotoğraşarı asılıdır. Nâzım Hikmet’in Bursa’da doktorluğunu yapan Neşati Üster, çok fedakâr ve çok çalışkan bir insan. “Neşati Bey, aynı zamanda Türkiye Ulusal Verem Savaş Derneği’nin de kurucuları arasında. Onunla tam on altı yıl birlikte çalışmış Veli Bey (Şu an hâlâ Verem Savaş’ta çalışıyor) Dr. Neşati için şunları söylüyor:” Ben hayatımda onun gibisini tanımadım. O zamanlarda Verem Savaş’lar bu kadar yaygın değildi. O, sabah kalkar Bursa’dan Çanakkale’ye gider, hastaların filmlerini inceleyip tedavileriyle ilgilenir ve sonra Bursa’ya gelir işlerine devam ederdi.”

1906 Gelibolu doğumlu Dr. Neşati Üster, bir dönem Haydarpaşa’da eğitim veren tıp fakültesine girer. Fakülteye girdiği ilk yıl Darülfünun grevine katılır. Eylemin içinde olan Hasan Ali Ediz’den etkilenir. Bir grup arkadaşıyla birlikte 1924 yılında tutuklanır. İstiklâl Mahkemesinde Hikmet, ŞeŞk Hüsnü ve Hasan Ali Ediz’le birlikte yargılanır. Yargılama sonucunda Nâzım Hikmet, ŞeŞk Hüsnü ve Hasan Ali Ediz’e gıyaplarında 15’er yıl ceza verilirken o da 10 yıl kürek cezasına çarptırılır. Nâzım Hikmet’le ilk kez Aydınlık dergisinde tanışır. Daha sonra çıkan aftan yararlanan Neşati Üster, Sivas’a doktor olarak atanır. 1940 yılına kadar Sivas’ta çalışır. Nâzım’ın Çankırı Hapisanesi’nden Bursa’ya nakledildiğini Sivas’tayken öğrenir. Daha sonra Sivas’tan Bursa’ya atanır. Bursa Devlet Hastanesi’nde çalışmaya başlayan Üster, bir gün hastanenin idare binasına çağrılır. Bankta onu bekleyen adam Nâzım’dır ve birbirlerine sarılırlar. Bu onların ikinci buluşmalarıdır. 1944 yılında askere giden Üster 1945 yılında askerlik dönüşünde Nâzım’la görüşmeye devam eder. 1948 yılında Memleket Hastanesi’nde (Şu anki Devlet Hastanesi) Bursa’daki doktoru Neşati Üster’e şu dizeleri mırıldanır:

“Yarısı buradaysa kalbimin yarısı Çin’dedir doktor. Sarı nehre doğru akan
ordunun içindedir.

Sonra her şafak vakti, doktor her şafak vakti kalbim Yunanistan’da kurşuna diziliyor Sonra, bizim burada mahkûmlar uykuya varıp
revirden el ayak çekilince
kalbim Çamlıca’da bir harap
konaktadır
her gece,
doktor.

Sonra, şu on yıldan bu yana Benim, fakir milletime ikram edebildiğim
bir tek elmam var elimde, doktor,
bir kırmızı elma :
kalbim…
Ne ateryo skleroz, ne nikotin, ne hapis

İşte bu yüzden doktorcuğum, bu yüzden
bende bu angina pektoris…
Bakıyorum geceye demirlerden

Ve iman tahtamın üstündeki baskıya
rağmen
Kalbim en uzak yıldızla birlikte çarpıyor…”

Bursa- 1948

Bursa’da yaşamını yitirdiği 1986 yılına kadar doktorluk görevini sürdüren Neşati Üster, Bursa’da başta Piraye olmak üzere Nâzım’ın birçok yakını ve arkadaşıyla tanışır ve Nâzım’ın hastalandığı her an yanında olur.

“… Sağolsun Doktor Neşati imdadıma yetişti ve beni kötü ve ihtilat yapması mümkün bir gripten kurtardı…” (Piraye’ye Mektuplar-2 Nâzım Hikmet, Adam Yayınları 2002)

Dr. Galip Uzunca: “Önce Piraye ardından Nazım geldi…”

1922 Bursa doğumlu olan Dr. Galip Uzunca 1949 yılında tıp fakültesini bitirir ve Nâzım’ın Bursa Hapishanesi’nde doktorluğunu yapan Bursa Verem Savaş Dispanseri’nin kurucusu Dr. Neşati Üster’in stajyeri olur.

Dr. Galip Uzunca 1981 yılında Verem Savaş Dispanseri’nin başhekimidir. 1985 yılında emekliye ayrılır. Şu ana kadar dokuz kitabı yayınlanmış ve çeşitli dergilerde yazıları çıkmış Dr. Galip Uzunca, halen Bursa Veremle Savaş Derneği Müdürü olarak görev yapmaktadır.

“Yıl 1942. Ben dayımın işlettiği Çekirge’deki Servinaz Otel’de her zamanki olağan işlerimi yapıyordum. Dışarıda bir fayton sesi işittim. Yanında üç çocuğuyla bir hanım faytondan indi ve bana otelde boş oda bulunup bulunmadığını sordu. Ben de var dedim. O kayıt için içeri girdiğinde bana dayımın kayınvalidesi Şadiye(Gezerayak) Hanım’ı sordu ve onunla görüşmem lazım dedi. Şadiye Hanım’la bu hanım akrabalarmış. Şadiye Hanım’a haber yolladık ve geldi, iki kadın sarmaş dolaş öpüştüler. Meğer bu hanım meşhur Nâzım Hikmet’in eşi Piraye imiş. Daha bavullar odaya taşınır taşınmaz kapıda bir taksi durdu. Bir jandarmayla kıvırcık saçlı, mavi gözlü, oldukça yakışıklı kırk yaşlarında bir zat taksiden inerek bana’ Ben Nâzım Hikmet’ dedi. Kâtip olarak hüviyetlerini kayıt ettikten sonra otelin 4 No’lu odasına girdiler.

1943 yılında İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesini kazandım yaz tatilinde dayımın yanında çalışmaya devam ediyordum. O yaz, Piraye abla ve çocukları yine geldiler. 1943’ten sonra ben de Şadiye Hanım’ın kızıyla evlendim ve Piraye ablayla akraba olduk fakat sonraki yıllarda onların ayrıldıklarını duydum onları o günden sonra hiç görmedim…”

O, Piraye ve Nâzım’ı gördüğü ilk günü anlatan ‘Gönülden Nağmeler’ adlı kitabındaki ‘Nâzım’ın Piraye’si şiirinin de sahibidir…

Nâzım, Piraye’ye yazdığı mektuplardan anlaşıldığı üzere kimi zaman yalnız gitmiştir Servinaz Oteli’ne… “ Karıcığım, Kısacık mektubunu aldım. Yine de sevindim. Yine mektupların gecikti diye üzülüyordum. Bugün galiba altı aydan beri ilk defa dışarı çıktım. Servinaz’a gittim. Banyo yapacaktım. Doluymuş, banyo yapamadım. MamaŞ senin belki yakında geleceğini söyledim. Sonra kooperatife uğrayıp iplik aldım. İplikleri sırtıma yüklenip getirdim. Bütün bu dolaşma bir buçuk saat sürdü. Kunduram ayağımı vurdu. Servinaz’a gitmek yaralarımı deşti. Velhasıl şimdi sana bunları yazarken pek mahzunum…” ( Piraye’ye Mektuplar, S. 282,Adam Yayınları, Nâzım Hikmet)

Çerkez köyün muhtarı “Sarı Seyfettin” Bursa Cezaevi’nde mahkûmların portrelerini yaparken onlarla sohbet eden Nâzım, onlara sorular sorup öykülerini dinlerdi… Onun Bursa Cezaevi’nde yarattığı “Manzaralar” kuşkusuz bu sohbetlerin bir ürünüydü. Bursa’nın dört bir yanından; ama özellikle köyleri ve ilçelerinden mahpus damına düşen insanlar, önceleri Nâzım’dan çekiniyor fakat onu tanıdıktan sonra, saygı duyuyorlardı.

Sarı Seyfettin de böyle insanlardan biriydi… İnegöl’ün Çerkez köylerinden biri olan Güneykestane Köyü’nün de muhtarlığını yapmıştı Seyfettin.

O yılların Çerkez köyünün muhtarı, Sarı Seyfettin (Durmaz) de tek kızı olan Yüksel Durmaz’ın (Elbir) ve torunları Dilber Turan ve Rakım Elbir’in anlatımlarına göre 1940‘lı yılların başında ormancılıkla ilgili bir sorun nedeniyle içeri girer. Ve burada Nâzım Hikmet’le tanışır.

Nâzım, 1942 yılında …“Memleketimden İnsan Manzaraları”nda adı geçen Çerkez Köyü Muhtarı, Sarı Seyfettin’in portresini yapar“…

Eskişehirli arabacı Selim: ‘-NaŞledir Alaman’ın encamı,’diyordu, ‘nasıl olsa bir yerde devrilip kalacak. Eli bıçaklı, vuran kıran adamın sonu Ya köpek ölümüdür, ya pezevenklik Yahut da mahalle bekçiliği.’

İtiraz etti Sarı Seyfettin (Çerkez köyünün muhtarı): ‘-Bilemem Alamanları  Ama vurucu olan pezevenk olmaz…”

Eylül 2008. Sarı Seyfettin’in Bursa’daki evine gidiyoruz. Hürriyet Mahallesi’nde bir ev. Onların köyden taşındıktan sonra yerleştikleri şirin bir evde Çerkez sıcaklığı ve konukseverliğiyle bizi karşılayan Sarı Seyfettin’in kızı, torunları ve damadı… Her yudumunda dostluğu, güveni pekiştiren bu duyguları yıllar sonrasına götüren kahvelerimizi içip sohbete başladığımızda, Yüksel hanım bize Sarı Seyfettin’in fotoğraşarını göstermeye başladı. Nâzım’la hapis yatan, Nâzım’ın gözlerine bakan bir çift göz, yıpranmış siyah beyaz bir fotoğrafta bize bakıyordu…

Biz, bu fotoğrafın büyüsüne kapılmış bakarken; Sarı Seyfettin’in torunu Dilber Turan içeri gitti ve bir süre sonra elinde 45×55 cm çapında tuval üzerine yağlı boya ile yapılmış bir portreyle döndü. Portrede Sarı Seyfettin vardı. Fakat o da ne? Portrenin sağ alt köşesinde Nâzım Hikmet, Bursa-1942 diye bir imza! Heyecanım iki kat artmıştı. Bu 66 yıldır gün ışığına çıkmamış tablo, şimdi karşımda duruyordu.

Son söz

galip-uzunca
Galip Uzunca

Nâzım Hikmet’e vatandaşlık hakkı verildi verilmesine ama çağdaş uygarlığı ve demokrasi kültürünü yaşayan ülkelerde yöneticiler, bir şairin, bir sanatçının birkaç gün kaldığı oteli, zaman geçirdiği mekânı müzeye dönüştürerek, bir anlamda sanatçısına, aydınına sahip çıkarak uygar dünya içinde saygınlığını arttırırken; bütün dünyada şiirleri okunan Nâzım, Bursa’da unutturulmak, belleklerden silinmek istenmektedir. Şunu sormak gerekiyor: Türkiye ve Bursa’da Nâzım adına bir müze, bir okul adı, bir cadde adı, bir heykel vb. var mı?

Yok değerli dostlar maalesef yok… Peki zaten bir dünya vatandaşı olan Nâzım’ı kağıt üstünde bir değişiklikle vatandaşlığa alıp reklam yapmak ne kadar samimi?


Nerden gelip nereye gidiyoruz?

Başlangıç

Doğrultup belimizi kalktığımızdan beri iki ayak üstüne,
kolumuzu uzunlaştırdığımızdan beri bir lobut boyu

ve taşı yonttuğumuzdan beri yıkan da, yaratan da biziz,

yıkan da yaratan da biziz bu güzelim, bu yaşanası dünyada.

Arkamızda kalan yollarda ayak izlerimiz kanlı,

arkamızda kalan yollarda ulu uyumları aklımızın, ellerimizin, yüreğimizin, toprakta, taşta, tunçta, tuvalde, çelikte ve plastikte.

Kanlı ayak izlerimiz mi önümüzdeki yollarda duran?

Bir cehennem çıkmazında mı sona erecek önümüzdeki yollar?

1.

Çocukların avuçlarında günlerimiz sıra bekler,

günlerimiz tohumlardır avuçlarında çocukların,
çocukların avuçlarında yeşerecekler.
Çocuklar ölebilir yarın,
hem de ne sıtmadan, ne kuşpalazından, düşerek de değil kuyulara Şlân; çocuklar ölebilir yarın,

çocuklar sakallı askerler gibi ölebilir yarın, çocuklar ölebilir yarın atom bulutlarının ışığında

arkalarında bir avuç kül bile değil, arkalarında gölgelerinden başka bir şey bırakmadan.
Negatif resimcikler boşluğun karanlığında.
Kırematoryum, kırematoryum, kırematoryum.

Bir deniz görüyorum

ölü balıklarla örtülü bir deniz.
Negatif resimcikler boşluğun karanlığında, yaşanmamış günlerimiz
çocukların avuçlarıyla birlikte yok olan.

2.

Bir şehir vardı.
Yeller eser yerinde.
Beş şehir vardı.
Yeller eser yerinde.
Yüz şehir vardı.
Yeller eser yerinde.
Yok olan şehirlere şiirler yazılmayacak,
şair kalmayacak ki.
Pencerende bir sokak bulvarlı.
Odan sıcak.
Ak yastıkta üzüm karası saçlar.
Adamlar paltolu, ağaçlar karlı.
Penceren kalmayacak,
ne bulvarlı sokak,
ne ak yastıkta üzüm karası saçlar, ne paltolu adamlar, ne karlı ağaçlar. Ölülere ağlanmayacak,
ölülere ağlayacak gözler kalmayacak ki.
Eller kalmayacak.
Negatif resimcikler dalların altındaki yok olmuş olan dalların altındaki.

Yok olmuş olan dalların üstünden o bulutlardır geçen.
Güneye götürmeyin beni, ölmek istemiyorum…

Ölmek istemiyorum, Kuzeye götürmeyin beni… Batıya götürmeyin beni,
ölmek istemiyorum…
Ölmek istemiyorum, Doğuya götürmeyin beni… Bırakmayın beni burda,
götürün bir yerlere.
Ölmek istemiyorum,
ölmek istemiyorum.
O bulutlardır geçen
yok olmuş olan dalların üstünden.

3.

Tahta, beton, teneke, toprak, saman damlarımızla iki milyardan artığız, kadın, erkek, çoluk çocuk.
Ekmek hepimize yetmiyor, kitap da yetmiyor, ama keder
dilediğin kadar,
yorgunluk da göz alabildiğine. Hürriyet hepimize yetmiyor. Hürriyet hepimize yetebilir ve sevda kederi, hastalık kederi,

ayrılık kederi,
kocalmak kederinden
gayrısı aşmayabilir eşiğimizi.
Kitap hepimize yetebilir.
Ormanlarınki kadar uzun olabilir ömrümüz.

Yeter ki bırakmayalım, yaşanmamış günlerimiz yok olmasın çocukların avuçlarıyla birlikte,

boşluğun karanlığına çıkmasın negatif resimcikler,

yeter ki ekmek ve hürriyet yolunda dövüşebilmek için yaşayabilelim.


Çağırı

Tanrı ellerimizdir,

Tanrı yüreğimiz, aklımız,
her yerde var olan Tanrı,

toprakta, taşta, tunçta, tuvalde, çelikte ve pılastikte

ve bestecisi sayılarda ve satırlarda ulu uyumların.

İnsanlar sizi çağırıyorum : kitaplar, ağaçlar ve balıklar için, buğday tanesi, pirinç tanesi ve güneşli sokaklar için,

üzüm karası, saman sarısı saçlar ve çocuklar için.

Çocukların avuçlarında günlerimiz sıra bekler,

günlerimiz tohumlardır avuçlarında çocukların,
çocukların avuçlarında yeşerecekler.

Nâzım Hikmet

22.11.1962


nazim-hikmet

En güzel deniz: henüz gidilmemiş olandır

“… Çok şükür aşığım. Bana öyle geliyor ki bir tek insana, yüz milyonlarca insana, bir tek ağaca, bütün ormana, tek bir düşünceye, bir çok düşünceye ve Şkre aşık olmadan yaşamak, yaşamak değildir.” 1902 yılında Selanik’te dünyaya gelen Nazım Hikmet Ran, ilköğrenimini Göztepe Taşmektep, Galatasaray Lisesi ve Nişantaşı Numune Mektebi’nde, orta öğrenimi ise Heybeliada Bahriye Mektebi’nde yaptı. Bahriye Mektebini bitirdikten sonra Hamidiye Kruvazörü’ne stajyer güverte subayı olarak atanan şair, sağlık sorunları nedeniyle bu görevinden ayrılmak zorunda kaldı. (1920) Bu arada ilk şiirleri de yayınlanmaya başlayan Nazım Hikmet, 1921 yılı başlarında Kurtuluş Savaşı’na katılmak için Anadolu’ya geçti ve bir süre Bolu’da öğretmen olarak görev yaptı.

 

Daha sonra Batum üzerinden Moskova’ya giden şair, Doğu Emekçileri Komünist Üniversitesi’ne (KUTV) kaydolarak burada siyasal bilimler ve iktisat okudu. 1924’te yurda döndü ancak Aydınlık Gazetesinde yayınlanan yazı ve şiirleri nedeniyle on beş yıl hapsi istenince yeniden Sovyetler Birliği’ne döndü. 1928 yılında af kanunundan yararlanarak tekrar yurda dönen Nazım Hikmet İstanbul’a yerleşerek, çeşitli gazete, dergi ve Şlm stüdyolarında çalıştı, oyunlar yazdı, şiir kitaplarını yayınladı. (1928-1932). 1932 yılında yeniden tutuklanan şair, bu kez de Cumhuriyet’in 10. yılı dolayısıyla çıkarılan af yasasından yararlanarak serbest kaldı. Akşam, Son Posta, Tan gazetelerinde Orhan Selim takma adıyla fıkra yazarlığı ve başyazarlık yapan Nazım Hikmet, 1938 yılında “askeri isyana teşvik” suçuyla 28 yıl 4 ay hapis cezasına çarptırıldı. Çankırı ve Bursa cezaevlerinde yattı. 1950’de özgürlüğüne kavuştuysa da sürekli olarak izlenmekten kurtulamadı; kitaplarını yayınlatma, oyunlarını oynatma olanağı bulamadı.

1951 yılında askerlik görevini tamamlamadığı nedeniyle yeniden askere alınması kararlaştırılınca, Romanya üzerinden tekrar Moskova’ya gitti. 25 Temmuz 1951 tarihinde Bakanlar Kurulu kararıyla Türk vatandaşlığından çıkarıldı. Hayatının geri kalan kısmını Sovyetler Birliğinde geçiren, bu arada sık sık çeşitli Avrupa ülkelerinde toplantılara katılan şair 3 Haziran 1963 sabahı, bir kalp krizi sonucu Moskova’daki evinde yaşama veda etti ve Yazarlar Birliği’nin düzenlediği bir törenle Novodeviçiy Mezarlığı’na defnedildi.

 

Güney ÖZKILINÇ

 

Yazarın Diğer Yazıları
deneme bonusu veren siteler yeniokul.net casino deneme bonusu veren siteler