Çin Resim Sanatı
Çin Resim Sanatı, 3000 yıldır, kendi kültür ve felsefesi ile yoğrulmuş olup, Kaligrafi ve Şiirle bütünleşmiş bir sanattır. M.Ö. 3.yüzyılda Han Hanedanı zamanında aydın insanlar tarafından, geliştirilen kaligrafi, bu tarihten sonra resimde de kullanılmaya başlanmış ve M.S. 7. yüzyılda ise Şair WAN WEİ ile bazen resimden daha önemli duruma geçmiştir. Song Hanedanı zamanı ( 10- 13. yy) en parlak devrine ulaşmıştır.
Çin sanatı, bütün karmaşıklığıyla, dengeli ve ölçülü bir bütün, bir hümanizmin ifadesidir. Ama yüzyıllar boyu aynı konuların bıkmadan usanmadan sanatçılar tarafından tekrarlanmasını, Eski Ustaların mirasına saygı ve mitolojik kültüre bağlılık olarak yorumlayabiliriz. Çin Resmini, Batı Resminden ayıran en büyük özellik ise; resmin, ressamın düşüncesi ve hayaliyle yapılmış olmasıdır. Batılı bir ressam, bir manzara karşısında gördüğünü yapacaktır. Çin sanatçısı ise, gördüğü manzarada dolaşarak, zihninde kurguladığı yerlerde durarak, seyircisine değişik bakış açıları sunarak resmini yapar. Durduğu yerlerde de gördüğü manzara karşısındaki duygularını, ufak bir şiir ya da bir atasözünü, kaligrafi sanatını kullanarak resmine ekler. Bu resimlerde, genellikle sizi düşsel bir seyahate gitmenizi sağlayacak bir giriş bulunur. Bazen bu giriş küçük bir patikayla olur, dağlar ve su kıyılarından geçer sizi yönlendirir. Bu nedenle, uzunluğu birkaç metreyi bulan ve rulolar halinde saklanan Çin resimleri vardır. Bu resimler özel kâğıt veya ipek üstüne, yine özel fırçalar ve Çin mürekkebiyle yapılır.
Çinliler, resim sanatını, Çin Hat Sanatının bir dalı gibi görürler. Çin resim sanatı ile Çin hat sanatı arasındaki ilişkiyi anlayabilmek için, öncelikle Çin yazısı hakkında bilgi sahibi olmak gerekir. Çin yazısı, bir resim yazısıdır. Önceleri, anlatılmak istenen varlıklar ve de eylemler resim yoluyla ifade edilmişlerdir. Zaman içinde bu resimler değişikliklere uğrayarak, günümüzde kullanılan Çin Yazısını oluşturmuşlardır.
Çin resminin temel unsuru, fırçanın izidir. Boşluk kavramı olmadan esinlenme olgusu işlevini yerine getiremezdi. Resim dizgesini tek başına güvence altına alarak ayırıcı özellikler oluşturmakta kendi başına değer taşıyan Boşluk kavramı, beş düzeyle tanımlanır: 1) Fırça-mürekkep (esin-uyum/biçim-oylum), 2) Yin-Yang (ya da Gölge Işık), 3) Dağ-Su, 4) İnsan-Gökyüzü (Elemanların zihinsel düzeni/derinlik-perspektif/tabloda şiir), 5) Beşinci boyut. Her düzeyi boşluk kavramıyla ilintilendirerek ayrı ayrı irdeler
Çin Mitolojisinde, zamanın bilgeleri, gelecek kuşaklara, insan üzerinden, tabiata dikkat etmelerini ve görüş açılarını genişletmelerini öğütler. Büyük dağlar ve uzun nehirler, batıdan doğuya Pasifik denizine kadar insanlık tarihinin beşiğidir. Beş Dağ ve dört nehir olarak özetlenen bu topraklar da tanrıya ulaşmanın yolu yüksek dağlardan geçer. Dünyanın iskeleti olan dağ, değişmezlik, denge demektir; Göğe yakın olduğu için de doğaüstüyle aramızdaki bağdır. Akışkanlığıyla her biçime uyabilen su, toprağın damarlarında akar; Yol’un gerçek özü odur. Dağ ve su bilgenin evrenle bütünleşmesini sağlar. Dağ ve Su, Yin ve Yang gibi birbirini tamamlayan unsurlardır. Felsefesinde şöyle anlatılır, kayalar serttir, su yumuşaktır. Ama su zamanla kayaları yıpratabilir. Belki yumuşak olmak sert olmaktan daha kuvvetlidir. Su hayattır ve canlıdır. Bunun için sanatçıların en sevdiği konulardandır. Çinliler için Dağ uzun yaşamanın sembolü, Su ise zenginliktir. Bu resimlerde, Çinlilerin Tabiat sevgisi, bitki ve hayvan figürlerinden görüneni aşmış, hatta canlı olmayan dağ, taş ve kaya motiflerinden bile hayat dersi vermeye çalışmıştır.
Ressamlar genelde ağaç figürü yaparken çam ağacını örnek almış, bununla çamın uzun yaşam ömrü olmasını ve doğaya dayanıklı olmasını vurgulamak istemiştir. Resimler çok az renklendirilir. Ama 7. ve 8. yüzyılda “yeşil ve mavi” diye adlandırılan tablolar gerçekten muhteşemdir. Genellikle ipek üstüne yapılan bu tür resimde renkler, Jad ,Azurit ve Malakit gibi minerallerden elde edilip, altınla yapılan çizgilerle tabloya sıcak atmosfer kazandırılırdı. Bu resimlerde, Çinlilerin tabiat sevgisi, bitki ve hayvan figürlerinden görüneni aşmış, hatta canlı olmayan dağ, taş ve kaya motiflerinden bile hayat dersi vermeye çalışmıştır.
Ressamların eserlerinde vazgeçemediği, “ 4 prens” de dedikleri, Bambu, Orkide, Krizantem ve Erik ağacı çiçekleri motifleridir. Bambu, görünen ve görünmeyen dünyayı ifade eder. Çinliler, bambunun zarif hatlarına hayran olduğu kadar, rüzgâr karşısında dik durmasını, kuvvetli sıcaklara dayanmasını, soğuktan etkilenmemesine kadar özelliklerini insan hayatına benzetirler. Bambu boğumları, insan hayatının devamlılığını da anlatır.
Orkide nadide bir bitki olup, bir kayanın arkası veya bir göl kıyısı gibi gözden uzak yerlerde yetişir. Güzelliği, saflığı ve kokusu ile “kültür perisi” kabul edilir. Bazı resimlerde Orkide, gölde saçlarını yıkayan utangaç bir genç kız gibi tasvir edilir. Krizantem figürünün çok kullanılması da, sonbaharda bile coşarak çiçek açması, gelecek zor kış günlerine meydan okumasıdır. İnsanın her türlü kötü koşullara dayanabileceğini ifade eder. Erik ağacı çiçekleri de, bambu ve çam gibi Ming Hanedanı zamanında, ressamların ustalıklarını gösterme konularından olmuştur. Erik ağacı önce yabani bitki olup, dağ ve tepe eteklerinde, 100 yıldan fazla yaşayan bir ağaçtır. Daha sonra evlerin bahçelerinde, kış bitmeden ve daha yaprak açmadan muhteşem çiçekler açtığı için yetiştirilmiştir. Ebedi Aşkı temsil eder.
Doğu imparatorluklarında dramatik söz tehlikelidir ve baş bir anda gider. Ama söz kaçınılmazdır, çünkü buyruk olmazsa toplumun varlığı sürmez. Draması emilmiş, görünmez kılınmış, dolayımlanmış bir söz, çizgi, renk, ses, hiçbir şey söylemeden her şeyin söylenebilirliğini sağlayan bir retoriktir dildir bu. İnceltilmiş, uzatılmış, çiftanlamlılandırılmış, gizli ve derin bir dilden söz ediyoruz. Bu dil artık yeterince ritüellere bağlı, sağaltıcı bir tansık işlevi de görür. Büyü dilidir, buyrukla ilintilidir, Tanrısaldır çünkü. Açık, doğrudan, düz anlam öyle bastırılmıştır ki, birkaç yüzyıl sonra unutulmuştur.
Bu geleneksel sanat hala ilk günkü konularını aynı heyecanla devam ettirebiliyor ve bizler aynı heyecanla onları görmekten mutlu oluyoruz. Ve hatta becerebildiğimiz ölçüde ona katılmaktan…