Savaşın Edebi Karşılığı
“…Bizler gençlik falan değiliz artık. Dünyayı fethetmek istediğimiz de yok. Kaçan kimseleriz. Kendi kendimizden kaçıyoruz. Kendi hayatımızdan kaçıyoruz. On sekiz yaşımızda dünyayı ve hayatı sevmeye başlamıştık. Sonra da aynı şeylere ateş etmek zorunda kaldık. Patlayan ilk obüsler kalbimize rastladı. Eylemlerle, çabalarla ve ilerleyişlerle ilgimizi kestiler. Böyle şeylere inanmıyoruz, savaştan başkasına inandığımız yok.” (1)
Savaşın Edebi Karşılığı
Remarque, “Batı Cephesinde Yeni Bir Şey Yok” adlı kitabında, savaş içerisinde kaybolan gençliğin durumundan böyle bahsediyor. Savaşın iç yüzünü en iyi anlatan romanlardan biri olan bu kitabı okuduğunuz zaman iyice anlıyorsunuz: Savaş korkunçtur. Hayatta kalmak tamamen tesadüfe bağlıdır. Bir sonraki mermi her an size isabet edebilir. Sağınızda solunuzda bombalar patlar. İnsanlar ölür. Birileri çıldırma noktasına gelir. Ölmemek için öldürürsünüz. Aslında okul sıralarından kalkıp birbirlerine kurşun sıkmaya gelen bu insanların, gerçekte savaşla ve savaşın hiçbir şeyiyle ilgisi yoktur. Sadece birileri çıkıp onlara vatan sevgisinden ve savaşmaları gerektiğinden bahsetmiştir. O kadar.
Savaş içerisinde; savaş öncesinin inançları, duyguları ve düşünceleri kaybolur. Savaş öncesi dünya yok olup gider. Büyük idealler söner. Artık hayattaki en büyük amaçlar; karın doyurmak, yeteri kadar uyumak, bir sigara daha içmek ve bir günü daha ölmeden atlatabilmektir. Bir süre sonra buna alışırsınız. Yaşamınız bundan ibarettir. Öncesi yoktur. Sonrası yoktur. Daha yolun başındaki insanlar için lise anıları, orada okudukları tarih kitaplarındaki öyküler kadar uzak; gelecekleri ise, idealistlerin yazdıkları ütopyalar kadar ulaşılmazdır.
Remarque bu durumu ise şöyle anlatıyor: “Hayranlık ve iyi niyetle askere koşmuştuk. Ama bunları içimizden söküp uzaklaştırmak için her şey yapıldı. Süslü üniformalı bir posta dağıtıcısının; eskiden ana babalarımızın, eğitmenlerimizin ve Eflatun’dan Goethe’ye kadar bütün bir kültür çevresinin olduğundan daha çok üzerimizde kudreti bulunduğunu ise üç hafta sonra hiç yadırgamıyorduk artık.” (1)
Bazen savaşlardaki coşkulu kahramanlık hikayelerine rastlarız. Ancak bu hikayelerde de alttan alta savaş karşıtı bir söylev sezebiliriz. (Edebiyat genel olarak savaşa karşı durur.) Bazen de savaş, hikayede, içinde yaşadığımız dünyanın ta kendisi haline gelir. Resmin arka planı, filmin geçtiği yer, müziğin ritmi olur. O dünyanın içinde de kendine göre bir düzen, bir işleyiş vardır. Orada da aşklar, dostluklar, kavgalar, düşmanlıklar doğar. Tıpkı Hemingway’de olduğu gibi. Ve evet, Hemingway her savaşta aşık olur.
“Çanlar Kimin İçin Çalıyor” (2) romanında, İspanya iç savaşına Cumhuriyetçilerle beraber savaşmak için gönüllü olarak katılan bir Amerikalı’nın hikayesini okuruz. Robert Jordan, gerillalarla üç gün geçirir. Orada bağlılığı ve inancı görür. Maria’ya aşık olur. Ve onunla beraber yaşayacakları savaş sonrası günlerin hayallerinden asla vazgeçmez. Çünkü Hemingway coşkun ve yoğun duyguların yazarıdır. Onun savaşı, lirik bir savaştır. Korkunçluğun ortasındaki umut, inanç, aşk ve yaşama tutkusudur anlattığı. Robert Jordan’a üç günde “…bir insanın yetmiş yılda yaşayabileceklerinden belki de daha fazlasını” (2) yaşatır. Robert Jordan, yaşamının son anlarında bile Franco’nun adamlarıyla savaşmaktan vazgeçmez. Savaşı sevmez. Ancak inancı uğruna savaşmaktan ve yaşamını bu uğurda feda etmekten de çekinmez.
En büyük savaş karşıtı yazarlardan biri belki de Le Guin’dir. Şiddete her zaman karşıdır. Örneğin; “Balıkçıl Gözü”nde (3) anlattığı Barış İnsanları: Ne olursa olsun savaşmayan, şiddet kullanmayan bu insanların en büyük protestoları sessiz kalmak ve hiçbir şey yapmamaktır. İnsanların bir gün anlayacaklarına, sonunda barışın ve sevginin kazanacağına olan inançları tamdır. Okurken, savaş heveslisi tarafa ne kadar karşı koyabileceklerini merak ettiğimiz Barış İnsanları, elbette şiddet karşısında kayıplar verirler. Ancak ideallerinin gerçekleşeceğine olan inançlarını da yitirmezler.
“Sürgün Gezegeni” (4) ise, aynı gezegende yaşayan fakat birbirlerinden hep uzak durmuş ve asla kaynaşmamış iki halkın, ortak barbar düşmanlarına karşı girmek zorunda kaldıkları bir savaşta nasıl birleştiklerini anlatır. Bu öyküde savaşın korkunçluğu, birbirinden korkan insanları birbirine bağlar. Malesef, bu insanlar iki tarafın da birbirine ihtiyacı olduğunu ve beraber yaşayabileceklerini anlamak için ortak düşmanın gelmesini beklemişlerdir. Malesef, aslında savaş istemeyen topluluklar da, topraklarına saldıran insanlara karşı savaşmak “zorunda” kalabilirler.
Tolkien, “Yüzüklerin Efendisi”nde (5), iyiyle kötünün yüzyıllardır süregelen savaşını anlatır. Günümüzde çizgilerin bu kadar net olup olmadığı tartışmaya açık olsa da; Tolkien’in anlattığı savaş, sadece fantastik bir öyküdeki gerçek dışı bir savaş olarak düşünülmemelidir. (Zaten çoğu fantastik öykünün, birçok yaşanması muhtemel hikayeden daha gerçek olduğunu düşünmüşümdür hep.) Hırsları, güç ve sahip olma tutkuları uğruna her şeyi mahvedebilecek hükümdarlar ve onların peşine takılıp hazineden pay alma planları yapan daha küçük kopyaları, dünyamızın pek de yabancı olduğu şeyler değil. Tolkien’in savaşı, birçok şeyin yanı sıra; büyük kayıpları, büyük yıkımları, birbirinin ardı sıra yaşanan umudu ve umutsuzluğu, fedakarlığı, inancı, bunların nihayetinde kazanılan büyük zaferi anlatır. Tabi, doğanın uğradığı tahribatı da ihmal etmeden. Savaşmak için şartlanmış milyonlarca askere ve koskoca bir karanlıklar imparatorluğuna karşı, topraklarını ve dünyayı kötülüklerden korumaya çalışan bir avuç “iyi” insanın savaşı, biraz da geleneksel olarak iyilerin zaferiyle sonuçlanır. Eğer bu kadar az insanın, bu kadar çok askere ve güce karşı koymasının gerçekten imkansız olduğunu düşünüyorsanız, örneğin Vietnam gerillalarının, Amerika’nın gönderdiği binlerce askeri, topraklarından nasıl geri yolladığını bir düşünün derim.
Gelelim Tolstoy’a. “Savaş ve Barış”ın (6), edebiyat tarihinde yazılmış en iyi romanlardan biri olduğu fikrine sanırım pek karşı çıkan olmaz. Biraz daha özele inip savaş romanlarına bakacak olursak; bu kitap, belki de yazılmış en iyi savaş romanıdır. Tolstoy’un -Rus edebiyatının- her zamanki eşsiz betimlemeleriyle ve benzersiz savaş sahneleri tasvirleriyle yazdığı bu kitap, olaya bir başka boyuttan bakmayı da ihmal etmez: Tolstoy, işin felsefesine dalar. Savaşların toplumsal olaylar olduğunu ve sadece bir iki kralın, imparatorun, başkanın kararına bağlı olmadığını savunur ve şöyle der: “…Elbette ne zaman fetihler olmuşsa, fatihler de ortaya çıkmıştır. Ama bu fetihlerin fatihlerden dolayı olduğu anlamına gelmez. Saatiniz her ikiyi gösterdiğinde kilisenin çanlarının çaldığını duyarsınız. Ama kilisenin çanlarının çalmasının nedeninin, saatinizin ikiyi göstermesi olduğunu iddia edemezsiniz.” (6) Peki, Tolstoy’un savı günümüzde de geçerli midir? Gündemde olan Amerika – Irak Savaşı da gerçekten toplumsal bir olay mıdır, yoksa bu savaşı çıkarmak sadece birkaç kişinin tekelinde midir?
Huxley; savaşı değil, barışı anlatır. Ancak oldukça umutsuz olarak. “Ada” (7) adlı romanında; askeri güç bulundurmayan, ordu kurmayan ve barış içinde yaşayan Pala halkı, romanın sonunda Rendang tanklarının ve askerlerinin baskınına uğrar. Akıllara şu soru kalır: Barış gerçekten de ütopya mı?
“Savaş acısı, savaş sonrasının yasından daha fazla olamaz.” (8)
Kaynaklar:
(1) Remarque, E. M. (1993). Batı Cephesinde Yeni Bir Şey Yok. İstanbul: Görsel Yayınlar.
(2) Hemingway, E. (1993). Çanlar Kimin İçin Çalıyor. İstanbul: Oda Yayınları.
(3) Le Guin, U. (1997). Balıkçıl Gözü. İstanbul: Metis Yayınları.
(4) Le Guin, U. (1999). Sürgün Gezegeni. İstanbul: İthaki Yayınları.
(5) Tolkien, J. R. R. (1999). Yüzüklerin Efendisi. İstanbul: Metis Yayınları.
(6) Tolstoy, L. (1984). Savaş ve Barış. İstanbul: Cem Yayınevi – Dünya Klasikleri.
(7) Huxley, A. (1999). Ada. İstanbul: Ayrıntı Yayınları.
(8) The Battle of Evermore, Led Zeppelin.
Bahar Muratoğlu – baharmuratoglu@gmail.com