Peygamber Kılıcı
Mecidiye Hanı’nın en üst katındaki izbe odada kendisi gibi on iki garibanla birlikte kalıyordu. Diyarbakır’dan İstanbul’a geleli henüz altı ay kadar olmuştu. Fakat taşı toprağı altın denen İstanbul’un acımasız yüzüyle tanışmasına bu altı ay yetip de artmıştı bile.
Dolapdere civarındaki hurdacılarda bulduğu çöp toplama işi anasını bellemişti Dilaver’in. Geçen hafta tesadüfen tanıştığı Cafer, Hızır gibi yetişmeseydi hali haraptı doğrusu. Hemşerisi Cafer neredeyse İstanbullu sayılırdı onun yanında. Cafer girişken, Cafer uyanık, Cafer ateş topu bir hergeleydi doğrusu. İki yıldır koca şehirde çalışmadığı mekân, bulaşmadığı pislik kalmamış, sonunda Balık Hali’nin cazgırlıkta birinciye gelen en kıyıcı meydan çavuşlarından biri olup çıkmıştı. Şimdi onun sayesinde hem iki öğün yemek bulabiliyor, hem de iyi kötü bir handa kalabiliyordu. Cafer Ağa onun aldığı yevmiyenin dörtte birine el koyuyordu ama razıydı Dilaver. O olmasaydı daha çok sürünürdü çöplüklerde. Her gece yatmadan önce, vaktiyle köydeki kör imamdan yalan yanlış öğrendiği üç beş duayı Cafer’in ölmüşlerine ardı ardına okumayı adet edinmişti.
Derin uykusundan telaşlı bağırışlarla uyandı. Ne olduğunu anlamak için gözlerini kırpıştırarak uzun uzun etrafına bakındı. Dudaklarının kenarından süzülen salyayı kirli gömleğinin koluna silerek saman şiltesinden doğruldu. Hanın gıcırtılı merdiven basamaklarında koşuşturan hamal sürüsüne yetişmek için tumanını aceleyle çekiştirerek kapıya koştu. Sanki kızılca kıyamet kopmuştu hanın merdivenlerinde. Balık taşıma işine sabah ezanıyla birlikte yetiştin, yetiştin! Cafer Ağa’nın ayakları dibinde hazır ola geçemedin mi, bütün gün açlığa razı olup oturmak vardı hanın bir köşesinde. Mala yetişemeyince Yeni Camii, olmadı Mısır Çarşısı taraflarına gidip pos bıyıklı, arsız bostancılara yalvarmak kalıyordu geriye. Belki biri seni beğenir de, Samatya bostanlarındaki çapa işine götürmeye razı gelirdi. Daha fazla vakit kaybetmeden kaptı kopardı merdivenlerin basamaklarını. Önündekileri omuzlayıp öne fırladı.
Sahile ulaştıklarında mavnanın ayak başına yaslanan kalas merdivenlerden indirilen sandıkların başına üşüşmüş amele kalabalığı ile burun buruna geldiler. Piç Muhittin’in tayfasıydı bunlar. Haberi onlardan önce almış, kasaların başına alıcı kuşlar gibi çökmüştü uğursuzlar. Elleri böğürlerinde kalmış, şimdi aç kediler gibi tepeleme balık dolu kasalara bakarak belli belirsiz yalanıyorlardı. Babaları mahpusa düşünce adı kötüye çıkan anaları yüzünden her zaman öfkeli bakan çocukların karanlık gözleriyle mavnaya bakıyorlardı. Ellerinden oyuncakları alınmış çocuklar kadar hüzünlüydüler. Ansızın Cafer’in ayaz görmemiş sesiyle irkildiler. Cafer hepsinden daha iri, karakaşlı, karagözlü, bakışlarındaki acımasızlığı edepsizce orta yere seren yaman bir Kürt delikanlısıydı. Handaki çocukların hepsi tapıyordu Cafer Ağa’larına. Ona vur dese vuracak, öl dese ölecek kadar bağlıydılar. Piç Muhittin iyice duysun diye haykırarak konuştu Cafer; “Ulan Allah’ın adamları koşmayın öyle mal bulmuş Çingene tayfası gibi! ” Herkes bilirdi ki Muhittin Trakya Çingenesi’dir. Bu konudan ortalık yerde söz edilmesinden de hiç hazzetmezdi. Öteki hiç oralı olmadan devam etti, “Çabuk düşün önüme, hadi çabuk dizilin! Laz Hakkı’nın gemisi az kaldı girer rıhtıma. Koca Allah’ın izni, peygamberin kavliyle bin kasa mal doldurmuş gemiye. Belinize kuvvet aslanlarım. Bugün akşama kadar çifte yevmiye hak etmeyen gelmesin yanıma! ” Başını belli belirsiz Muhittin’in tayfalarına çevirip hava bastı. Muhittin’in kıldan ince bıyıklarını hırslı hırslı yoluşu şimdi fersah fersah öteden seçiliyordu.
******
Laz Hakkı’nın emektar balıkçı gemisi kalın düdüğünü dedikoducu mahalle kadınları gibi edepsizce öttürerek girdi rıhtıma. Yaklaştıkça güvertedeki balıkçıların kahkahaları, kaba saba küfürleri duyuluyordu. Gemi iskeleye iyice yanaşınca tayfaların yüzündeki yorgun ve kirli mutluluk da seçilmeye başladı. Dizlerinin üzerine kadar yükselen konçlu çizmeleri kıpkırmızı kana bulanmıştı. Sabaha kadar ağ çekmekten kolları kopsa da, birazdan Evgeni’nin lokantasında içilecek işkembe çorbasının sıcak ve ekşi hayaliyle damaklarını şaklatarak güç bela ayakta duruyorlardı.
Cafer’in ani bir baş hareketiyle önce küçükler seğirtti gemiye. Şimdi karınca sürüsü gibi dalmışlardı kasalara. Dilaver iki haftada öğrenmişti balıkların isimlerini. İlk önce indirilen kasalar sardalye doluydu. İşte az ötekiler de istavrit, mezgit, çinekop, uskumru, kolyoz kasalarıydı. Dilaver de kendisi gibi iri yarı dört ameleyle birlikte en önde bekliyordu. Henüz onlara emir vermemişti Cafer Ağa. Kasalar eridikçe sabırsızlığı artıyordu. Sezdirmeden ağanın yanına yanaşıp fısıldadı, ” Ağam kusura kalma da bize ne zaman sıra gelecek diyecektim. Bu piçler kasaları somurdu neredeyse! ”Cafer sinsi sinsi gülümsedi, “Hele az daha bekle yiğidim. Hiç seni yarı yolda koydu mu hemşerin? Senin rızkın hepsinden büyük olacak. Sabret bakalım! ” İçi kıvançla doldu, sevinerek ayrılıp, kuyruğunu arkasına kıstırıp beklemeye başladı.
Amele kafilesi art arda sıralanıp sırtlarındaki üçer beşer kasayla depolara doğru hızlı ve ezik adımlarla yürüyerek gözden kayboldu. Ağanın işmarıyla en öne fırladı Dilaver.
“ İşte sıran geldi aslan parçası! Bugün senin en birinciye gelen mübarek vazifen başlıyor. Sana kasa kasa küçük balık yükleyip de şu mübarek hayvanı teslim etmeseydim bir daha uyku uyuyamazdım. Sen bunu çoktan hak ettin. Peygamber kılıcını sırtlanıp gitmek sana yazılmış gardaşım. De hadi gazan mübarek olsun! ”
Sol elini kaldırıp geminin en dibini işaret etti. Tayfalar dev gibi bir balığı güç bela merdivenlere doğru sürüklüyordu. Balığı görür görmez aklı gitti zavallı oğlanın. Bu bir balık değil, olsa olsa deniz canavarıydı. Heyula gibi kara bir gövde kocaman bir ağızla sonlanıyordu. Yarı açık ağzının hemen üzerinde uzun mu uzun, Hz. Ali’nin Zülfikâr’ı gibi enli bir kılıç uzanıyordu. Balığın gözleri karanlık bir kuyunun ağzı gibi donuk, tehditkâr ve öfkeli bakıyordu. Korkudan ödü patladı. Cafer onun ne kadar korktuğunu anlamıştı, “Gördün mü aslanım, işte bu da peygamber kılıcıdır. Bu mübarek hayvan denizlerdeki zavallı balıkların, savunmasız yavruların bekçisi bir balıktır. Hz. Ali efendimizin kılıcının bir sureti de kendisine hediye edilmiştir ki, bu sayede hakkını korumayı beceremeyen zavallı balıkları derya canavarlarına karşı savunmakla vazifelendirilmiştir Cenab-ı Hak tarafından. İşte yiğidim, onun naaşını taşımak gibi mübarek bir vazifen var. Gel de mevtayı fazla bekletmeden yükleyelim sırtına.” Dilaver’in elleri, kolları, bacakları titremeye başlamıştı. Sırtının orta yerinden başlayan ürperme kuyruk sokumuna doğru inerken bayılacak gibi oluyordu. Ya bu canavar canlanır da kılıcını boş böğrüne saplayıverirse? Abdest almadan çıktığına bin pişman oldu. Balığın yamacına titreyerek yanaşırken içi bulandı. Cafer kıs kıs gülüyor, eğlendiğini belli etmemek için uzaktan izliyordu. Neden sonra cesaretini toplayan zavallı delikanlı balığın önünde rükûya vardı. İki adam balığı zorla yukarı kaldırıp delikanlının sırtına yüklemeye koyuldu. Çevredeki hamallar da işi gücü bırakmış, ucuz sigaralarının dumanını birbirlerinin suratına üfleyerek eğlenceye ortak olmuşlardı. Mübarek hayvan leş gibi ağırdı. Dilaver sırtına yerleştirilen semere rağmen balığın soğuk tenini ürpertiyle hissetti. Kafasını yana çevirince hayvanın keskin dişleri ve kılıcıyla burun buruna geldi. İçinden salâvat getirip ağaya fısıldadı, “Ağam mübareği nereye taşıyacağız? ”
Onu iyice işkillendirmek için Cafer de sesine olabildiğince tılsımlı bir hava katmaya çalışıyordu,
”Hele sen yürümeye başla aslanım, o mübarek kendi türbesinin yolunu bilir. Vardığımızda sana malum edecektir mutlaka! ”
Dilaver önde Cafer arkada, merhumu ebedi istirahatgâhına doğru ağır ağır götürmeye başladılar.
Taşı toprağı altın İstanbul’a o sene çok balık akın etti. Çok kılıç, çok orkinos, çok torik, çok levrek, çok palamut yakalandı. Dilaver ve onun gibiler hep çalıştı, hep çalıştı. İçlerinden şanslı olanlar kasalardan paylarına düşen göz hakkı çinekoplarla karınlarını doyurdu. Daha şanssızlarına da paslı teneke üzerinde pişirdikleri hamsiyi soğan ekmeğe katık etmek düştü. Dilaver’ler hep çalıştı, Cafer Ağa’lar bıyık burdu, meyhane köşelerinde ömür tüketti. Bütün Dilaver’ler Cafer Ağa olmak için zamanını kolladı, çalıştı, çabaladı. Ezildiler, kırıldılar, büküldüler, ağlayıp sızlandılar. Sonunda kimi Cafer Ağa oldu, kimi olamayıp hep Dilaver kaldı. İstanbul derin bir gayya kuyusudur. Vaktiyle Bizanslıyı koynuna almış bir şehrin kiminle ne iş tutacağını kimse bilemez.