İstanbul Kokan Anılar

Geçenlerde yolum İstanbul’a düştü. Eminönü’ den Kadıköy’e geçeceğim. Öğrencilik yıllarımızın eski Şehir Hatları Vapuru’nu beklerken, iskeleye yaklaşan ucube bir deniz aracıyla karşılaşınca beynimden vurulmuşa döndüm. Estetik fukarası, sonradan görme kasaba müteahhitlerinin yaptığı sakil apartmanlara tıpatıp benzeyen çirkin bir “gemi” yanaştı. Konserve kutusu mu desem, yüzen yarıaçık cezaevi mi? Şaştım kaldım. Binmekle binmemek arasında uzunca bir kararsızlık geçirdikten sonra teslim oldum. Oysa…

İÇİMİZE BAKIŞ

DR. ÖMER LEVENT SOYDİNÇ leventsoydin@yahoo.ca

Bahar aylarında meltemle savrulan çiçek kokularıyla birlikte annemin ince mantosunun astarına kafamı sokar, onun mis gibi anne kokusunu içime çeke çeke Karaköy’den, Sirkeci’den ya da Eminönü’ den kalkıp Kadıköy, Üsküdar, belki de Harem istikametine şipin işi geçiverirdik. Yolculuğun henüz başında, güvertede oturan yolcuları her seferinde bir başka satıcı şaşırtırdı. Bir sabah Kel Haydar devreye girer; eski püskü kahverengi deri bavulunu kaşla göz arasında can yeleklerinin depolandığı sandığın üzerine açarak satışa başlarken, bir başka gün Yandım Hasan’ ın sırtındaki çuvaldan çıkanlara inanamazdık.

Kel Haydar ya bir sihirbaz ya da bir bilim adamıydı. Sekiz yaşındaydım ve bu durum Kel Haydar’ ın bilim adamlığına inanmam için yeterli bir sebepti. Her karşılaşmamızda bir başka icadını tanıtıyordu. Ayrıca yanında taşıdığı kemik tarak, tükenmez kalem, don lastiği ya da bunların çeşitli kombinasyonlarını da hediye ediyordu. Yeni icat mutlaka ya Çin ya da Japon patentli oluyordu. Buluşlarını o kadar beğeniyordum ki, her seferinde çılgınca etkileniyor, otomatik kabak soyacağı alalım diye tutturup türlü edepsizlikler yapıyordum.

Yandım Hasan titiz adamdı. Her zaman tiril tiril giyinip gezerdi. Ucuz briyantinle kel kafasına yapıştırdığı üç beş tel saçı, üst dudağına yapışmış keman yayı gibi ince bıyıkları, o bıyıklarla büyük bir tezat halindeki patlıcan burnuyla komik adamdı vesselam. Ben onu Noel Baba’nın Türkiye temsilcisi sanıyordum. Kirli beyaz çuvalından ya yerli malı bir ayıcık, ya çuvalı gibi kirli beyaz bir tavşan, ya da daha önce başka çocuklar tarafından kullanıldığı belli olan bir top çıkarıp başlardı anlatmaya:

” Hanımefendiler, beyefendiler! Şu elimde gördüğünüz ayıcık meşhur ses sanatçısı Hamiyet Yüceses hanımefendinin gayrimeşru çocuğunun derneğimize armağanıdır. Cüzi bir ücret mukabilinde yavrunuzun olabilir. Yanında hediye olarak Galatasaray futbol takımımızın kaptanı Metin Oktay beyefendinin imzalayarak hediye ettiği futbol topunu da biz size hediye ediyoruz. Evet açık arttırmayı başlatıyorum efendim! ”

istanbul-kokan-anilar

Anneme yalvarırım alsın diye. Ayıda gözüm yok, benim gözüm topta. Metin Oktay’ı, sol üst köşesinde ‘Türkiye Türklerindir’ yazan gazetedeki resimlerinden biliyorum. O top benim olmalı! Burnumu çekerek deliler gibi ağlıyorum. Ve mutlu son! Sol yanağımı annemin dehşetli tokatıyla bir kez daha tanıştırıyorum. Arka sıramızda oturan şişman kız benden daha kısmetli çıkıyor. Annesi ayıcığı teklifsiz alıyor. Topu da bana verseler bari! İçimi çeke çeke ağlıyorum.

İskeleye iner inmez annem gönlümü alıyor. En sevdiğim macuncu yine orada işte. Kırmızı, sarı, bir de yeşil olanından koyduruyorum. Elindeki kalın tornavidayı öyle mahir kullanıyor ki, gören de fezaya gönderilecek füzenin son cıvatalarını sıkıyor sanacak. Aptallık benimki ama henüz farkında değilim. Macunu yalayıp yutana kadar Baylan Pastanesi’ne ulaşıyoruz. Annem Afitap Abla ile Baylan’da buluşacakmış meğer.

Baylan’ ın kapı girişindeki vitrini görünce beynimden vurulmuşa dönüyorum. Bin bir çeşit pasta, ekler, muhallebi, sütlaç, profiterol tabakları yan yana dizilmiş. Pastanenin arkasındaki minik bahçeye geçiyoruz. Masaları da minik minik yapmışlar. Bahçenin üzerindeki asma çardak yaz kış gölge yapıyor. Etrafta benden başka çocuk göremedim. Hoş olsa da fark etmezdi benim için. Öyle yılışık oğlanlar gibi hemen dost olamam ben herkesle.

“Acaba gidip kussam mı tuvalette? O ekleri yemezsem ölürüm mutlaka.”

İyi ki Afitap Abla fazla gecikmedi. Anne olmayan kadınların yürüyüşü bir başka oluyor galiba. Bahçeye açılan dar kapıdan görününce herkes dönüp ona bakıyor nedense. Yürürken kalçaları değirmen taşı gibi dönüyor. Dudaklarının birleştiği yerin sol kenarında siyah bir leke var.

“Dudağının kenarındaki bu leke nedir Afitap teyze?”

“Ben”

“Evet sen, sana sordum!”

Anlamadı ne dediğimi, uzun uzun baktı yüzüme. Araya annem girdi sırıtarak,
” Aptal çocuk, güldürme insanı. Ben, o lekenin adı anladın mı şimdi? Hem neymiş öyle teyze falan! Afitap Abla diyeceksin!”
Afitap Abla’ nın yüzüne bakıyorum. Utanmış biraz; yere bakıyor. Garson sipariş almaya gelince anneme yalvardım ekler yesin diye. Sonunda muradıma erdim elbette. Onlar lafa dalmışken Afitap Abla’ nın sütlacından iki kaşık, annemin eklerinden de üç ısırık çaldım. Artık akşama kadar konuşabilirler, bana ne…

Konserve kutusu kılıklı “gemi” iskeleye yanaştı. Kadıköy’ün akşam uğultusu bile değişmiş. Evde bekleyen işlerin bıkkınlığı genç kadınların yüzünden okunuyor. Emekçilerin yüzlerine çaresizliğin kasveti sinmiş. Ne alan memnun, ne satan. Ne gelen mutlu, ne de koyup giden. Çirkin binaların arasından geçip eski dostumun yazıhanesinin bulunduğu iş hanına ulaşıyorum. Girişteki çay ocağını aynı adam işletiyor. Selam verip geçiyorum. Hırlı mı hırsız mı diye bakıp selamımı yarım ağız alıyor. Belli ki tanımadı.

“Sen İstanbul’u tanıdın mı ki, adam seni tanısın?”

Acı acı gülümsüyorum. Adam arkamdan seslenir gibi oluyor. Duymazdan geliyorum. Dönüşte Baylan kapanmamış olsa bari!

istanbul-kokan-anilar

Yazarın Diğer Yazıları
deneme bonusu veren siteler yeniokul.net casino deneme bonusu veren siteler