Haydi Haydar Vakit Tamam
Müjdat Bey, sabahtan beri köşedeki rahat koltuğundan hiç kalkmamış, elindeki 18 Nisan 1974 tarihli Milliyet gazetesini yalayıp yutmuştu. Dükkâna giren çıkanı umursamadan her sabah bu kutsal vazifesini tamamlarken hiç kimse ve hiçbir şeyle ilgilenmezdi. Zaten son üç aydır dükkâna pek fazla gelen giden de yoktu. Okuduğu haberlerden mi içine fenalık gelmişti, yoksa memleketin vaziyetinden mi böyle evhamlanmıştı pek de kestiremeden, sıkıntıyla öfleyip pöfleyerek elindeki gazeteyi ikiye katlayıp, az ötede duran cilası kaybolmuş küçük sehpanın üzerine pat diye attı. Dükkanın sağ duvarı boyunca uzayıp giden muşamba kaplı tezgâhın üzerinde duran Nuh Nebiden kalma kömürlü ütünün çıkardığı dumanla boğuşup duran Haydar’a seslendi bütün gıcıklığıyla:
“Oğlum bırak ütüyü daha da bozma işini de; git şu tütüncüden bana üç paket cıgara al gel bakalım!“
Haydar bozulsa da ses etmedi. Usta, bazen böyle geçimsiz olur, suratı sirke satardı. Böyle sevimsiz olduğunda suyuna gitmeyi çoktan öğrenmişti. Oysa aksi ihtiyar kimi zaman çocuklar kadar neşeli olur, olmadık şakalar yaparak Haydar’ı ardı ardına kahkahalara boğardı. Hele civar esnafın taklidini yapmaya kalktığında Haydar’ın kahkahaları akşama kadar bitmezdi. Adamcağızın taklit yeteneği gerçekten kötüydü. İyi ki de kötüydü. Özellikle, yandaki berber kalfası Necati’yi taklit etmeye kalktığında altına kaçıracak oluyordu Haydar. Müjdat Bey, etsiz dudaklarını Necati’nin, bir mandanınki kadar kalın dudaklarına benzeyecek diye iyice büzdüğünde, ortaya muşmula gibi bir surat çıkıyor, hele adamın davudi sesini incecik sesiyle taklit etmeye kalktığında ortaya ucube mi ucube bir Müjdat Bey çıkıyordu. Haydar onun bu haline güldükçe Müjdat iyice coşuyor, ağzını burnunu olmadık şekillere sokarak iyice maskara oluyordu. Fakat bu sabah hiç neşesi yoktu ustanın.
“Hayrola ustacığım, fena bir haber mi var gazetede?“
Ustası iç çekerek vitrine doğru yürüdü. Dışarıda yağan kirli yağmur daha şimdiden caddeyi çamur deryasına döndürmüştü. Ülkenin falına bakar gibi derin derin düşünüyor, bir yandan da belli belirsiz kafasını sallıyordu. Neden sonra ağır ağır konuştu. Duyan da adamı Birleşmiş Milletler Başkanı yapmışlar da ilk demecini veriyor sanacak!
“Evladım memleketin hali haraptır bundan sonra, yazık ki ne yazık! ”
Haydar içinden, “Ulan ne zaman güllük gülistanlıktı ki sanki? Dur bakalım bu sefer neye içlendi acaba? ”diye geçirdi ama dillendirmedi.
“Hayırdır ustam, merak ettim bak şimdi? ”
Adam bir tür kıyamet habercisi gibi ya da felaket tellalı gibi konuşmaya devam etti,
”Değil evladım değil, hiç hayır değil! Bu ikisinin kuracağı hükümetten ne hayır gelecek memlekete? Aal işte kendi gözlerinle gör!”
Sehpanın üzerindeki gazeteyi alıp o hırsla döver gibi salladı. Belli ki ön sayfadaki haberi okusun istiyordu. Haydar heceleyerek zar zor okudu. Gazetenin ön sayfasında sekiz sütuna manşet bir haber başlığı vardı
– Başbakan Ecevit Norveç’e doğru uçarken Erbakan da bir saat sonrasında Suudi Arabistan’a doğru yola çıktı-
Demek buydu kara haber.
Bu sefer de içinden, “Bana ne yahu, nereye giderlerse gitsinler! Adamların keyfinin kâhyası mısın sen? ”diye geçirdi. Ustanın korkusundan itirazını bir türlü dillendiremiyordu. Müjdat, ciddi devlet adamı rolünü oynamakta kararlıydı. Diplomat gibi konuşmaya devam etti,
“Bak evladım! Güya bu ikisi memleketin selameti için bir araya gelmişti. Fakat ne çare ki bir türlü asgari müşterekte buluşup, genç Cumhuriyet’imizi ileriye hamle ettirecek adımları atamıyorlar. Sicim çekme müsabakası yapar gibi biri ipin ucundan çekip doğuya doğru asılırken, ötekisi aynı şevkle ipi batıya doğru çekiyor. Bu ikisinin yüzünden memleket şirazeden çıktı çıkacak, beyefendilerin umurunda değil! Hal böyleyken ordu da peygamber ocağı olduk deyip duruyor. Nerede, nerede o eski albaylar! Şimdi Aydemir olacaktı ki…” Evladını kaybetmiş yüreği yanık babalar gibi içlendi yine. Aklına cigara düşmüştü besbelli. “Hadi evladım hadi, kap gel şu cigaraları! ”
Arka cebinden çıkardığı derisi lime lime olmuş eski püskü cüzdanın içinden gıcır gıcır bir beşlik çekip uzattı.
Haydar hiç ikiletmeden parayı kapıp caddeye fırladı. Fırladığı anda da, demin azmış kudurmuş gibi yağan yağmur şıp diye kesildi. Kaldırımlara döşeli parkeler yerlerinden kalktığı için her yağmur sonrasında aynı şey oluyordu. Her adım atışında parkelerin altından sıçrayan çamurlu sulardan olabildiğince korunmaya çalışarak sıçraya sıçraya ilerliyordu. Tütüncüde Samsun sigarası bulamadı. Bir sonraki dükkân ta Bahariye Caddesi’ndeydi. Bu işe canı sıkılmıştı.
“O kadar sigarayı ciğerine nasıl aldırıyorsun be adam? Akşamüzerine doğru dükkânın içi Hamidiye vapurunun bacası gibi tütüyor şerefsizim! Hayır, bana da acımıyor mübarek adam. Pencere açmaya kalksam ters ters bakıp kapattırıyor. Sen memleketi kurtarmadan önce kendi ciğerlerini kurtar önce aksi ihtiyar! ”
Ustasına hem öfkeleniyor, hem de acıyordu.
Yaşlı adam da olmasa çoktan sokak köşelerinde ölüp gidecekti. Allahtan acıyıp iş vermişti de kaldığı hanın pis odasının kirasını ödeyebiliyordu. On yedi yaşına basmasına az kalmıştı. Anasını da babasını da hayal meyal hatırlıyordu Haydar. Köyde çıkan yangında ölmüştü ikisi de. Nasıl kurtulmuştu, amcasının yanına nasıl gelmişti hiç hatırlamıyordu. On dört yaşına kadar onun yanında kalmış, bir sabah yengesinin hakaretlerine dayanamayarak arkasına bile bakmadan çıkıp gitmişti Taşlıtarla’ daki gecekondudan. Bir daha da ne onlar arayıp sormuş, ne de kendisi uğramıştı semtlerine.
Bahariye Caddesi’nden aşağı doğru inmeye başladı. Az önce yağan yağmurun ardından cadde yeniden canlanmış, cıvıl cıvıl olmuştu. Ağzı açık ayran delisi gibi yürüyor, sağında solunda uzanan ışıklı, birbirinden renkli camekânlara ilk defa görüyormuş gibi hevesle bakıyordu. Sol tarafta, uzakta Opera Sineması belirdi. Her zaman umursamadan önünden geçip gittiği sinemanın yenilenen afişlerini görünce kasıklarına tatlı bir sıcaklık yayılmaya başladı. Karşı kaldırımda durup afişteki filmlerin isimlerini hecelemeye başladı. İki güçlü ampulle aydınlatılmış afişin en tepesinde kırmızı harflerle “ÜÇ FİLM DEVAMLI” yazıyordu. Sol baştakini okudu evvela, “CAFER’İN NARGİLESİ” Nejat Uygur başroldeydi. Çıplak bir kadın uzun bir nargilenin marpucuna sarılmış vaziyette Haydar’ın yüzüne tuhaf tuhaf bakıyordu. Uzun bir süre marpucun ucuna yılan gibi kıvrılarak dolanan kadından gözünü alamadı. Ortadaki filmin afişi ise zıvanadan çıkmış erkeklerin duygularına hitap edecek şekilde tasarlanmıştı, “PARÇALA BEHÇET”… Afişte Behçet olduğu anlaşılan bıyıklı bir adamın yanağını ihtirasla öpen bir kadın görünüyordu. Behçet, Haydar’a yılışık yılışık bakarak birazdan- yapacaklarını müjdeliyordu adeta. En sağdaki afişte “ATINI SEVEN KOVBOY” yazılıydı. Resimde ne at ne de kovboy vardı. Belli ki at sevgisini sinemacı milleti farklı anlamıştı. Akşama sinemaya gitmeye karar vermişti. Yolun karşısına geçip bilet fiyatlarını sormak istedi. Tam sinema gişesine giden uzun koridora adım atmıştı ki, yan tarafta yeni bir tütüncü dükkânı açıldığını görüp sevindi.
İçeri girince dükkân sahibinin bakışlarındaki yılgınlıkla karşılaştı. Anlaşılan, tezgâhın önünde dikilen yaşlı adamın lakırdısı onu canından bezdirmişti. Yaşlı adamın arkasına geçerek sırasını beklemeye başladı. Adam zengin ve sosyetik birine benziyordu.
“Nisan ayında bile yakası kürklü paltoyla dolaştığına göre üşüyor olmalı. Belki de dermansız derdi vardır garibin. Demek ki sağlık dediğin öyle parayla pulla satın alınacak bir şey değilmiş! ”diye düşünüp kendi haline sevindi. Yaşlı adam vaiz edasıyla bağırarak anlatıyordu:
“Ah azizim ah! Bu memleket kendi kıymetlerine sahip çıkmayı ne zaman öğrenecek? Paris’ten döndüğümden beri büyük teessür içindeyim doğrusu. Yirmi yıl içinde memlekette bir tane olsun değerli sanat eseri bırakmamışlar. Rahmetli Süreyya Paşa Hazretleri yerinden kalksa da şu kepazeliği bir defa görse acaba kaç kişinin boynunu vurdururdu? Kim bilir kaç kişiyi zindanlarda çürütür, inim inim inletirdi? Yahu mübarekler, siz bu memleketi böyle mi yönetecektiniz? Cumhuriyet, Cumhuriyet diye arş-ı alaya avazınız çıktığı kadar ulurken böyle mi sahip çıkacaktınız sanata, sanatçıya? Ah zavallı Süreyya Paşa, kalkıp da bakınız Allah aşkına! ”
Artık iyice hızını almış, coşkun bir sel gibi bendini aşmış akıyordu. Haydar, dükkân sahibinin sinirden elinin ayağını oynatmaya başladığını görünce bıyık altından gülümsedi.
“Bakınız muhterem beyefendi! Bu bina hatırımda kaldığı kadarıyla 1927 yılında açılmıştı. O zamanlar burada sık sık operetler, müsamereler düzenlenir, şehrin Erkân-ı Umumi’si burada ağırlanırdı. Hatta buranın ilk işletme müdürü de memleket şairi Nazım Hikmet Ran’ın babası Hikmet Nazım’dır. Efendim, sonra…”
Dükkân sahibi iyice çileden çıkmak üzereydi anlaşılan. Haydar’la göz teması kurmayı başardığı anlarda kaş göz işareti yapıp, “Ne yapalım birader, çattık bunağa! “ der gibi bakıyor, yaşlı adamın lafını kesmek için fırsat kolluyordu. Haydar ondan cesaret alarak araya girdi:
“Usta lafınızı balla kesmek gibi olmasın ama üç paket Samsun alıp çıkacaktım ben!“
Yaşlı adam lafının kesilmesinden hiç hoşnut olmamıştı:
“Genç adam, genç adam! Burada alacağınız malumatın, içeceğiniz o zıkkımdan daha çok faidesi olacaktır bedeninize. Susunuz da dinleyiniz lütfen!“
Sonra da hiç umursamadan devam etti:
“ Maalesef ki genç Cumhuriyet bu şekilde hareket edemedi. Sanatta inkişaf etmekte pek kifayetsiz kaldık. İnkılâp kadroları cahil ahaliyi yontmakta yeterli istidayı gösteremedi efendim. Bakın bu opera binalarından birkaç yüz tane olsaydı memlekette, bugün farklı bir merhaleye geçmiş olurduk. Keşke her köyde tenis kortlarımız da olsaydı. Memleketin her sokağında milyonerlerimiz olsaydı keşke…”
Yaşına başına bakmadan pancar motoru gibi hızlanmıştı. Dükkân sahibi onun kendi kendine konuştuğunu geç de olsa anlamıştı. Arkasındaki raftan üç paket Samsun alıp gazete kâğıdına sardı. Haydar arkasına bile bakmadan çıktı dükkândan.
Müjdat Bey de, yaşlı adam da durmadan konuşuyordu. Bu konuşulanlardan bir şey anlaması mümkün değildi. Karnındaki gurultuya, kasıklarındaki tatlı ağrıya, han odasının virane haline ne faydası olacaktı bu lakırdıların. Şimdi bunlardan Müjdat Efendi’ye bahsedecek olsa durduk yerde bir de o başını şişirir, kırk saat susmazdı.
“İyisi mi akşama bilet alıp şu kovboy ağabeyi seyredeyim ben. Belki bir derdime deva olur! ”diye sinsi sinsi gülümseyip gişeye yürüdü.