Kırmızı Şapkalı Kız Belgrad Ormanlarında III
Yıkık dökük çeşmenin başına oturup biraz soluklanmak istedi. Aradan birkaç saniye geçti geçmedi, çalıların arka tarafındaki patika yoldan gelen ayak sesleriyle irkildi. Fahriye sabah evden çıkarken antidepresanlarını içmeyi unutmuştu. Yazar da öyle! Sakinliğini korumaya çalışarak seslendi.
“Hey, kim ya da kimler var orada?”Yanıt gelmedi. Fakat ayak sesleri giderek güçleniyordu. Adamların her biri fil yavrusu kadar ağır olmalıydı. Rezonansın etkisiyle Fahriye’nin ayakları altındaki toprak sallanıyordu. Birkaç saniye sonra kenarına oturduğu yalak da sallanmaya başlayınca,
“Edirne Yağlı Güreşleri ne zamandı yahu, yoksa pehlivanlar koşarak mı gidiyor Edirne’ye?”diye düşündü.
Fahriye sağlıklı düşünemiyordu. Beklenen Marmara depreminin öncü sarsıntılarından biri gerçekleşmişti oysa. 4,3 şiddetinde bir depremcikti sadece. Sarsıntılar bitince gerçeklerle tanıştı. Gelenler sadece dört kişiydi. Öndeki iri yarı, esmer ve orta yaşlı adamın kafasında tuhaf bir şapka vardı. Şapkanın sol kenarında tavuk teleği asılıydı. Üzerinde, yağlı gövdesine dar gelen kahverengi deri ceket, belinde derisi soyulduğu için rengi anlaşılmayan bir palaska, bacaklarını sımsıkı saran sarı taytın altında da dizlerine kadar çıkan kırmızı çizme vardı. Arkadaşları ondan da berbat giyinmişlerdi. Biri orta Çağ Avrupa prenslerine benzemeye çalışmıştı anlaşılan. Belki de Fahriye öyle düşünüyordu, kim bilir? Çünkü adamın kılığı birazdan atına atlayıp prensesi öperek uyandırmaya gidecek birine benziyordu. Fahriye hayal kurmaya bayılıyordu.
“Oh yavrum oh, ulan bu zamanda öyle prenses mi kaldı angut! Öyle kıçı yayıp horlaya horlaya uyuyarak beyaz atlı prens bekleyen kızların hepsi bizim mahallenin sidikli esnafıyla evli şu an itibarıyla. Sen gez böyle şebek gibi!”diye söylendi.
Diğer iki elemanın hali daha fenaydı. Biri siyah deriden tulum giymiş, bir elinde siyah kırbaç, diğerinde üç sivri ucu olan bir mızrak tutuyordu. Tulumun ucundan sarkan kuyruğu görünce Fahriye kahkaha attı. Aylardır ilk defa çocuklar gibi şen gülüyordu.
‘Allah senin gibi şeytanın belasını versin. Şeytan, şeytan olalı böyle zulüm görmemiştir sanırım’ diye söylendi. En arkadan gelen köylü kılıklının sol koltuğunun altında domuz kafasına benzetilmeye çalışılmış bir maket duruyordu. Şişko eleman yürürken çakma domuz kafası sırıtarak yere bakıyordu. Hepsinin yüzünden yorgunluk ve bezginlik akıyordu.
“ Merhaba kırmızılı güzel, buralarda mı oturuyorsun?”
Fahriye yanıtlayıp yanıtlamamaya karar veremiyordu. Adamın sarkıntılık etmeye meyilli olduğunu düşündü. Ama bu kıyafetle genç bir kıza sarkıntılık edip sonuç almayı ummak için fazla aptal olmak gerekirdi. Bu aptalla baş edebilecek kadar akıllı olduğuna karar verdi:
“Eh, öyle sayılır Robin Hood, görünüşe göre sen ve arkadaşların Dark Wood ormanlarından hayli uzaklaşmışsınız“
Adamlar gülmeye başladılar. Çakma Robin, kaşlarını kaldırarak yanıtladı:
“Hiç güleceğim yoktu Kırmızı Şapkalı Kız, sen de Kırmızı Şapkalı Kız olmalısın. Senin stüdyo da buraya yakın mı?”
Fahriye, söyleneni anlamadı.
“Ne stüdyosu dayı, burası İstanbul’un henüz ırzına geçilmemiş son orman parçası. Stüdyolar kırk kilometre ileride. Şimdi şu kayın ağacını arkanıza alıyorsunuz. yüz metre sonra sola dönüp uçuruma düşmemeye dikkat ederek sağdan devam ediyorsunuz. Sonra…”
Adam araya girdi, “Dur bacım dur, biz zaten stüdyodan dönüyoruz. Bugün dış çekim vardı. Bizi getiren servis şoförü öğlen yemeğinde verilen tavuktan zehirlenip gastroenterit olunca yayan dönmeye karar verdik. Sen bize otobüs durağını tarif et yeter. Film çekimlerinde anamız ağladı zaten.”
Fahriye düşüncelere daldı. Bu dört adamın nasıl bir filmde oynayabileceklerini gözünde canlandıramıyordu.
‘O nasıl film yahu, adamlar figuran onu anladım da, konu ne merak ettim vallahi.’Cesaretini toplayıp adama sormaya karar verdi:
“Filmin konusu nedir Robin Bey? ”
Adamın yancıları gülünce bir pislik olduğunu anladı. Giyom kılıklı olan atıldı:
“Muharrem benim adım. Sütçü Muharrem de derler camiada. Şu şeytan kılıklı olanın adı Rıfkı, yanındaki domuz avcısınınki Murtaza, prensten dönme oğlan da Cemil. Bizim rol aldığımız filmler pek konulu olmaz bacım. Seni sevdim. Mert ve temiz yürekli bir kıza benziyorsun. Var git yoluna.”
Fahriye onu ikiletmedi. Zaten kapuskanın kokusu ortalığa feci halde yayılmaya başlamıştı.
“Muhittin aağabey, hadi ağabeyciğim, hadi! Lafı daha fazla uzatma da uzayalım, midemiz kalktı valla”
Anlaşılan, çakma şeytan Rıfkı’nın koku alma yeteneği diğerlerine göre fazla gelişmişti.
Fahriye bir yandan yürüyor, bir yandan da düşünüyordu. Domuz kafasıyla yürüyen adamın filmdeki rolü ne olabilirdi? Robin Hood denen şişko herif, domuz kafası gezdiren adamla nasıl bir ortaklığın içindeydi? Antidepresanlarını sabah içmediği için sağlıklı düşünemiyordu.
******
Kara kuru, yaşlı başlı, yamuk yumuk, eski püskü yeldirmesini bayrak gibi dalgalandıran bir kadın üzerindeki siyah tesettürün eteklerini savurarak kaçar gibi yürüyordu. Fahriye’yi fark edince biraz daha telaşlanıp sol kolunda sallanan sepete sarıldı. Şimdi kadınla yan yana gelmişlerdi. Mecburen Fahriye söze girdi. Zaten kadının konuşmaya niyeti yoktu. Fahriye’nin bugün çenesi iyice düşmüştü. Antidepresanlarını içmediğini anımsadı.
“Merhaba teyze, nereden böyle telaşlı telaşlı?”
Kadın sinirli bir tipe benziyordu.
“Ormandan geldik, ormana gideceğiz yavrum. Sen nereden geliyorsun diye sormuyorum. Neden? Çünkü ormandan geldiğini biliyorum. Ee, o halde şu soruyu da sormamalıyım. Nereye gidiyorsun Kırmızı Başlıklı Kız? Neden sormamalıyım. Çünkü senin de benim gibi ormana gittiğini biliyor ve ne yapıyorum? Aynı zamanda görüyorum değil mi, nihahaha!” Kadının kahkahası ormanda öyle bir çınladı ki, Aliye Rona’nınkiyle yarışacak kadar iddialı ve deliceydi. Fahriye bu kahkahaları yaşlı ve çirkin burunlu kadının da antidepressanlarını içmeyi unutmasına yordu.
“Peki, ne işin vardı ormanda diye sorsam çok mu ileri gitmiş olurum?”
Bu deli kadınla iletişim kurmak için dayanılmaz bir istek duyuyordu. Yine ilaçlarını anımsadı.
“Olmazsın Kırmızı Başlıklı, lakin elindeki poşetlere bakılırsa seninle aynı işi yapıyoruz sanırım.”
Fahriye kapuska torbasına bakıp utandı.
“Şey, babaanneme yemek götürüyorum. Kendisi hem yalnız, hem de hasta bir kadın. Her gün bu yolu gide gele kendimi zinde hissediyorum. İnanır mısınız iki ayda beş kilo vermişim. Basenlerde müthiş daralma var. Ay, bir ara öyle olmuştum ki, yataktan kalktığımda kendimi Kafka’nın böcüğü gibi başkalaşım geçirip fil yavrusuna dönüşmüş hissediyordum teyzeciğim. Düşünebiliyor musun, fil yavrusu”
Yaşlı ve buruşuk kadın onu kös dinliyordu. Bunları ona neden anlattığına kendisi de bir anlam veremedi.
“İlaçlaaar, tabii ya…”
Neden bunu daha önce düşünememişti.
-SÜRECEK-