Bugün Köy Enstitülerinin Kuruluş Yıldönümü, Güzel Günler Göreceğiz Çocuklar
BEN SENİ BİR BAŞKA SEVDİM
Radyoda, erkek mi kadın mı olduğuna bir türlü karar veremediği bir şarkıcı eziyet çekiyormuş gibi bağırıyordu. “Öf dede öf; pop müzik bu, dünyanın her yerinde aynı. Sözlerini anlaman gerekmiyor. Dinle gitsin işte!” diye azarlamıştı büyük torunu Nilgün. Öyle ya; dinle gitsin Muharrem, dinle gitsin… Taksinin arka koltuğunda biraz sıkıntılı, biraz üzgün, biraz da umutsuz gözlerle seyrediyordu asfaltın iki yanından akıp giden, zevksiz müteahhitlerin elinden çıkmış sakil bina yığınlarını. Taksi şoförü direksiyondaki eliyle şarkıya tempo tutarken diğer eliyle telefonunu kurcalıyordu. Sayacın üzerindeki kırmızı renkli dijital rakamlar hızla değişip duruyordu. Taksimetrenin az yukarısındaki saate ilişti gözü. “uçağın kalkmasına daha üç saat var.” Yaşlı adam sıkıntıyla gözlerini kapadı.
******
– “Anasının kuzusu, Cemile’nin kara kömürü. Evimizin küçük direği, yavrum! Ağlama, beni de ağlatacaksın. Bak ağlayınca yüzüm gözüm şişiyor, kaynanam olacak cadı olmadık laflar ediyor sonra! Hadi benim aslan oğlum, tut şu bohçanın ucundan da arabaya götürelim “. Anasına laf gelmesin diye şıppadanak kesti ağlamayı. Duyan da anasının araba diye bahsettiği şeyi kasabadaki şekerci Tahsin’in kadillakı sanacak. Bildiğimiz kağnı işte! Evin kapısını açınca kağnıyı görüyor. Kendisinden başka dört oğlan daha var arkada. Hava soğuk, arabacı yamçısına sımsıkı sarınmış, oğlanlar büyükçe bir kepeneğin altına büzüşmüş, birbirlerine sokularak ısınmaya çalışıyorlar. Anasına sımsıkı sarılıyor, kadın kurtulmaya çabalıyor. “Şimdi beni iyi dinle güzel oğlum! Baban her zaman cennetten seni seyrediyor unutma sakın. Okulunu bir güzel bitirmeden gelmeyeceksin. Haydi Allah yolunu açık etsin!” Anasının koynundan çıkmaktan başka çare kalmayınca çocukların yanına sokulup bohçasına sarılıyor-
******
Uçağın kalkmasına daha bir saat var. Kahvesini yudumlarken gözü kitapçıya takıldı. GustaveFlaubert’in Salambo’su yeniden basılmış. Eski bir dostuyla karşılaştığında hep yaptığı gibi farkında olmadan kirpiklerini kırpıştırdı. Aklına Nilgün geldi. Bugün ikinci kez oluyor. Dün geceki yemekli sohbette torununa içi acımıştı. Ülkenin en önemli üniversitelerinden birinde mühendislik okuyordu genç kız. Laf lafı açmış, konu nereden geldiyse edebiyatın insan ufkunu nasıl genişlettiğine gelmişti. Modern edebiyatın basılı ilk eserini nasıl olsa bilirdi Nilgün. Sordu, bilemedi. İpucu olsun diye, “Gustave Flaubert desem?” diye yol gösterince Nilgün asabileşti, ”Ohoo, dedeciğim ben nereden bileyim Flaubert’i? Şimdi devir değişti, değişti! Biz edebiyat bölümünden mezun değiliz. Fen bölümü mezunuyuz diye hep söylüyorum ya!” demesin mi? “MadameBovary” diye mırıldanabildi, kız duymadı bile. Mahcup olmuştu. Torununu mahcup ettiği için kendisi mahcubiyet hissediyordu. Utana sıkıla kızın yüzüne baktı. Çoktan konu değişmişti. Nilgün, önündeki makarnayı domates sosuyla renklendirmekle meşguldü.
******
– Bu kadar çok romanı nasıl okuyacağız Şevket?” Konuşurken gözleri faltaşı gibi açılıyordu. Şevket ondan iki sınıf öndeydi. “
Korkma aslanım, korkma! Burada her şeye zaman yetiyor. Öğretmenler her an, her saniye yanı başımızda. Etütlerde bol zamanın olacak. Bu seneki yeni müfredatta eğitim yılı bitene kadar 25 roman okumak şart koşuldu. Bir romanı bitirince özetini çıkarıp öğretmene teslim etmeden bir diğerine geçmek yok. Hem sana güzel bir haber daha vereyim. Âşık Veysel önümüzdeki ay gelip bir ay burada kalacakmış. Saz öğretecekmiş diyorlar-
******
Uçak havaalanının pistine tekerlek koyunca uyandı. Aprondan çıkar çıkmaz güneş, deniz, yosun ve turunçla hemhal oldu. Yol boyunca sağlı sollu dizilmiş otelleri hayret ve üzüntüyle seyretti. Tarım arazileri hunharca katlediliyordu. Kolej binasının ön duvarını kaplayan büyük camlar düz ovanın ortasında alacalı bulacalı parlıyordu. İhtişamıyla kilometrelerce uzaktan büyülüyordu insanı. Konferans salonuna giden yolu döşeyen granitler bile, büyük bir zenginliği alabildiğine görgüsüzce insanın gözüne sokma çabasıyla sergileniyormuş gibi geldi ona. Salonun beş metre yükseklikteki iki kanatlı dev kapısının önünde okul müdürü ve diğer yöneticiler dizilmiş, onu bekliyorlardı. Bu yılın Nobel Tıp Ödülü’nün sahibini karşılamak için herkes seferber olmuştu.
******
– En çok da ayakkabılardan kepiri sıyırmak zoruma gidiyor. Yağmuru yedi miydi zamktan beter oluyor mübarek toprak! Geçen gün üç kızın topuğunu sökmüş dediler de inandım vallahi, ne meret çamurmuş be Şevket!” Öteki kıs kıs güldü. Bayram izni koparabilmek için iki gündür kıvranıyorlardı. Müdür baba ne dediyse yaptılar. Okul bahçesinin düzenlenmesi için çay boyundan iki kamyon toprak yükleyip bütün zemine yaymışlardı. Çiçek tarhlarını düzenlerken belleri kopmuştu da hiç ses etmemişlerdi. Arifeden bir gün önceydi. Bu sabah haber gelir diye bekleşiyorlardı. Müdür haber gönderince sevinçle tören alanına toplanmışlardı. Hava buz gibi, rüzgâr imansızdı. Müdür baba uzun uzun öksürüp gırtlağını temizledi. O büyülü sözcükler dudaklarının arasından ha döküldü ha dökülecek diye heyecan içindeler:
“Yeni binanın çatı kiremitlerini sermeden izine gitmek yok arkadaşlar. Bugün öğleden sonra ya bitirirsiniz, ya da bayram kahvaltısını birlikte yaparız!” Şakası yoktu Kel Mahmut’un. Öğrencilerin gözleri çakmak çakmak olmuş, hep birlikte çatıya bakıyorlardı. Sanki çatı çatılıktan çıkıp Yunan müfrezesi olmuş da, siperde yollarını gözlüyordu. Müdür Baba yemekhanede koca bir kazan dolusu su kaynattırmıştı. Çatıya çıkan merdivenlerin başına gelen çocukların eline bir bardak sıcak su tutuşturuluyordu. Ellerini bardakla ısıttıktan sonra kiremitleri kucaklayıp çatıya çıkıyorlardı. Çatıdaki çocuklar ha babam de babam kiremit seriyordu. Üşüyenin yerine yenisi geçiyordu. Dört saat sonra çatı döşendi. Artık ellerini hissetmiyorlardı. Yatakhaneye dönüp bavulunu topladı. Bayram dönüşü bu üç katlı iptidai ranzalardan kurtulacaklardı. Çatı da tamamlanınca Kepirtepe Köy Enstitüsü yeni yatakhanesine kavuşmuştu-
******
Konuşmasını bitirince toplantı salonunda yer gök alkışa kesti. Utancından kıpkırmızı olmuştu. Onu en öndeki protokol sırasının ortasındaki koltuğa oturttular. Alkışlar eşliğinde perdenin arkasından görünen genç kız, başı yukarda gururla yürüyerek gelip platformun ortasındaki tabureye nazikçe yerleşti. Sessizlik sağlanınca çalmaya başladı. Ülkenin en modern okullarından birinin konser salonunda bir genç kız piyano resitaline başlıyordu.
– Alkışlar eşliğinde perdenin arkasından görünen genç kız, başı yukarıda gururla yürüyerek gelip platformun ortasındaki tabureye nazikçe yerleşti. Sessizlik sağlanınca çalmaya başladı. Şevket’i usulca dürttü, “
Yahu bu kız Sulakçalı Halime değil mi?” Öteki başıyla olumladı.
“ Vallahi de billahi de pes ettim birader, gören de yılların viyolonsel virtüözü sanacak. Bak, bak, bak! Boyu uzun olmasa aletin arkasında kaybolacak zavallı. Karakucak yapar gibi sarmalamış viyolonseli. Gidinin Halime’si, bravo vallahi!”
Şevket dayanamayıp güldü. Salondaki sessizlik az daha onların yüzünden berbat olacaktı. Başöğretmen arkaya doğru bakınca lâl oldular. Bu seneki mezuniyet töreninde tiyatro oyunu da sahneleniyordu. William Shakespeare’in Hamlet’ini seçmişlerdi. Hamlet olmak kolay vazife mi, değil elbette! Aylardır rolüne hazırlanıyordu. Halime’yi izlerken birazdan kendi başına geleceklere hayıflanmıyor değildi doğrusu. Kızın başarılı takdimini gördükçe kendinden korkuyordu. Hamlet’in tiradına bir türlü alışamamıştı:
“Olmak ya da olmamak, işte bütün mesele bu!
Düşüncemizin katlanması mı güzel
Zalim kaderin yumruklarına, oklarına
Yoksa diretip bela denizlerine karşı
Dur, yeter demesi mi?
Ölmek, uyumak sadece!
Düşünün ki uyumakla yalnız
Bitebilir bütün acıları yüreğin,
Çektiği bütün kahırlar insanoğlunun.
Uyumak, ama düş görebilirsin uykuda, o kötü.
Çünkü o ölüm uykularında
Sıyrıldığımız zaman yaşamak kaygısından
Ne düşler görebilir insan, düşünmeli bunu.
Bu düşüncedir felaketleri yaşanır yapan.
Yoksa kim dayanabilir zamanın kırbacına?
Zorbanın kahrına, gururunun çiğnenmesine
Sevgisinin kepaze edilmesine
Kanunların bu kadar yavaş
Yüzsüzlüğün bu kadar çabuk yürümesine
Kötülere kul olmasına iyi insanın
Bir bıçak saplayıp göğsüne kurtulmak varken?
Kim ister bütün bunlara katlanmak
Ağır bir hayatın altında inleyip terlemek
Ölümden sonraki bir şeyden korkmasa
O kimsenin gidip de dönmediği bilinmez dünya
Ürkütmese yüreğini?
Bilmediğimiz belalara atılmaktansa
Çektiklerine razı etmese insanları?
Bilinç böyle korkak ediyor hepimizi:
Düşüncenin soluk ışığı bulandırıyor
Yürekten gelenin doğal rengini.
Ve nice büyük, yiğitçe atılışlar
Yollarını değiştirip bu yüzden
Bir iş, bir eylem olma gücünü yitiriyorlar.”
Ne uzun, ne muazzam, ne duygusal…
Temsil bitince gençler el ele verip salonu selamladı. Herkesle birlikte Şevket de ayakta alkışlıyordu şimdi. “
’Yahu birader, bir işi de beceremesen de bize de dalga geçme fırsatı doğsa olmaz mı? Yürekten kutluyorum, yürekten!” Şevket onu bütün içtenliğiyle kucakladı. Öğretmenlerin kimi nemlenen gözkapaklarını silmekle meşgul, kimi de çoktan tebrik kuyruğuna girmiş. Hamlet, Hamlet olalı böyle içten alkışlanmadı belki de-
******
Uçağın rahat koltuğuna gömülüp gözlerini kapattı. Pencerenin altında minik bulutlar, ara sıra görünüp kaybolan köyler gelip geçiyor. Isparta’nın dağlarını aşarken uçağın içindeki ışıklar da kapandı. Kepirtepe Köy Enstitüsü mazide kaldı. Genç kızlar, genç erkekler, adanmış hayatlar, başarıya aç bir nesil, ülkü dolu yürekler, hepsi ama hepsi kalın bir sis tabakasının ardında uykuya daldı. Pilotun boğuk sesi yüzünden ne dediği bir türlü anlaşılmıyor,
“Değerli yolcularımız! Kaptanınız Tahir Görkem konuşuyor! Birazdan oldukça kuvvetli bir türbülansa gireceğiz. Kemerlerinizi bağlayıp sakin olmanızı rica ediyoruz. Güvenliğinizden endişe etmeyiniz!”