Haliç Bezirganları – 12
BÖLÜM VIII
Yumurtanın Sarısı
Yere Düştü Yarısı
Yarısından Fayda Yok
Kaç Gel Gece Yarısı
Anonim
1825 Haziran’ının ortalarına doğru başlayan kavurucu çöl rüzgârları herkesi canından bezdiriyordu. Eylül ayında sefere çıkacak gemiler hummalı bir çalışmayla elden geçiriliyordu. Tamirat işlerine bakan amelelerin kifayet etmemesi üzerine geçici amele alımı yapılmış, baruthane ve marangozhane için Ermeni ustalar bulunmuştu. Şefik Bey bu kadar işin arasında Dilaver Paşa’nın hususi ricasıyla yeni bir vazifeyi de üstlenmişti. Şehzade efendilerin sünnet merasimi için tahsis edilen iki geminin süslemesi işine de nezaret edecekti. Ayrıca bir vazife daha vermişti Dilaver Paşa. Verirken de kahkahalarını tutamamış, vazifenin icrası esnasında bizzat nezaret etmesini rica etmişti. Vazifeyi duyunca Şefik de gülmeye başladı. Şimdi paşayla karşılıklı kahkahalar atıyorlardı:
“İyice anladın mı evladım, irisine rastlarsan eline baltayı alıp bekle, baktın berber zorlanıyor, tutup sen kopar kellesini gâvurun”
“Tövbe tövbeee, var mıdır bu işi bu kadar geciktiren paşa hazretleri?” diye soracak oldu.
“Sen bu Anadolu’nun ne yoksul, ne çaresiz olduğunu bilmez misin kumandan? Anasız babasız büyümüştür bu civanmert delikanlılar. Sünnet ettirecek ne bir akraba, ne zengin bir hayır sahibi bulamadan serpilip gittikten sonra kimselere bundan söz edemez zavallılar.”
Şefik durduk yerde hüzünlenmişti. Başını önüne eğmiş, bu çileli insanların sırtında yükselen şaşaalı imparatorluğun mevcudiyetini daha ne kadar böyle devam ettirebileceğini düşünerek hayallere kapılmıştı ki paşa devam etti:
“Onun için bu delikanlıların izzet-i nefislerini incitmeden güzel bir merasim tertip edeceğiz. Sünnet gecesi için riştehane binasını hazır edelim. Akşamüzeri sünnetçileri toparlarsın. Sübyan mızıkasını da hazır edin. Binanın içine genişçe bir perde kurdur ki, Hayali Osman Efendi gelince maraza çıkarmasın. Karagöz- Hacivat temaşasına bayılır neferler. Güzel bir iç pilav ile hoşaf da hazırlatınız. Mevlid-i Şerif okutmayı da ihmal etmeyiniz. Haa masraflar için şunu alınız, sonra bana harcamaları rapor edersiniz.”
Cebinden bir tomar para çıkardı. Dilaver Paşa, şehzadeler için tertip edilecek sünnet düğünü hazırlıklarını fırsat bilerek bu işi de aradan çıkarmak istemişti. Şefik bu hisli adamı çok seviyordu. İçi minnetle dolmuştu. Paşanın önünde dikilip çakı gibi bir asker selamı vererek odayı terk etti.
Tatlı Sümbül Efendi ve adamları bir hafta boyunca iki şehzade gemisini süslemekle meşgul oldular. İşi o kadar ileri götürmüşlerdi ki, Allah muhafaza bu vaziyette savaşa gitseler düşman gemilerindeki babayiğit bahriyeliler gülmekten helak olup, savaşmadan teslim olurlardı. Gemilerin her iki yanından çıkarılmış topların uçlarına güllerle donanmış renkli, toparlak kırlentler yerleştirilmişti. Yelken direklerini birbirine bağlayan kalın halatlara acayip şekilli fenerler asılmış, küpeşteden aşağıya sarkıtılan rengârenk şeritli ince kumaş parçalarının rüzgârda saçılarak etek gibi salınması düşünülmüştü. Sümbül kendine hâkim olamıyor, coştukça coşuyor, gemileri hoppa bir kadına benzetmek için ne lazımsa yapıyordu. Şefik onun işine hiç karışmadı. Bir keresinde müdahale edecek olmuş, Sümbül lafı ağzına tıkmıştı:
“Ay kumandan, sen sanattan ne anlarsın yahu. Bırak da işimi yapayım. Bak göreceksin; misafirler görünce küçük dillerini yutacaklar eserim karşısında!”
Şefik uzaklaşırken kendi kendine söylenip durdu:
“İnşallah padişahımız efendimiz de görünce şaşkınlıktan hem küçük hem büyük dilini yutmaz Sümbülcüğüm,”
******
Dilaver Paşa’nın bütün talimatları harfiyen yerine getirilmişti. Riştehanenin iç mekânı günler öncesinden temizlendi. Sünnet edilecekler için riştehanenin en iyi yünlerinden şilteler hazırlanıp yan yana dizilerek sünnet yatakları da tamamlandı. Mehmet ve Selamet’e de konuyu açmıştı. O gün hiç kimsenin tersane kapısından dışarıya çıkartılmaması ile Mehmet ilgilenecekti. Selamet, sünnet planlarını suratının aldığı rengin farkında olmadan sessizce dinliyordu. Mehmet, can kulağıyla bütün talimatları dinleyip kafasına sokmuştu. Şefik Bey gittikten sonra kan kardeşine neşeyle sordu:
“Selamet Ağa, bu işten çok ekmek çıkar bize. Baksana Paşa hazretleri harcamalar için gerekenin iki misli fazla para vermiş Şefik’in eline. Ne dersin, bu sefer pirinci kırık mı alsak ha?“
Selamet’in tadı kaçmıştı. Odanın kapısından çıkarken arkasına dönmeden fısıldar gibi konuştu:
”Sen keyfine bak birader, ben biraz çıkıp dolaşacağım”
Mehmet, onun bu hallerine hiç alışık değildi.
“Ne kusur ettim de böyle eğdi suratını,” diye düşündü. Cevap bulamayınca, nargilenin marpucuna sarılıp derin bir soluk çekti. Esrarlı tömbeki hemen etkisini gösterdi. Şimdi hayalinde sünnet alayının önüne geçmiş, Rum rakkaseyle oynaya oynaya yürüyordu.
Sünnet eğlencesi cuma namazından önce başlamıştı. Sabah yola çıkan gemiler öğlene doğru saray iskelesine yanaştı. Sahilde biriken ahali merakla gemileri inceliyordu. Sümbül Efendi nezaretinde gemilere alınan küçük şehzadeler ve harem ağalarından müteşekkil misafirlerin yerleştirilmesi uzun sürmüştü. Yolcusunu alıp yola koyulan gemiler, sünnet süslerinin kurulduğu çayırlığa yanaşınca, önceden hazır edilip bekletilen yaylı, fayton ve landolara doluşan saray erkânı, yol kenarına dizilen ahalinin alkışları arasında yokuşu çıkmaya başladı. Çayırlıkta onları Mahmudiye Kalyonu’nun meşhur mızıkası karşılamıştı. Mızıka gün boyu Şehzade Efendi’lerin bestelediği marşları çalmaya devam etti.
Şefik, hazırlıklara koşuşturmaktan öğlen yemeğine zaman bulamamıştı. Her şey Dilaver Paşa’nın arzu ettiği gibi olmuştu sonunda. Sıra sünnetsiz neferlerin seçilmesine gelmişti. Bu iş için sıhhiye çavuşu Şükrü, Onbaşı Hakkı ile İmam Cafer Efendi vazifelendirilmişti. İkindi namazını müteakip askerleri yemekhaneye toplayarak üç sıra halinde muayeneye alacaklardı. Mehmet ve Selamet mutfaktaki hazırlıkların tamamlandığı haberiyle geldiler. Mevlithanlar da çoktan gelmiş, caminin altındaki odada dinlenmeye çekilmişlerdi. Askerlerin muayenesi namazdan sonra başladı. Daha birkaç kişiye ancak bakılmıştı ki kapıyı zorlayarak girip, koşar adım yanına gelen Sümbül Efendi Şefik’in kulağına fısıldadı:
”Yolculuğumuz çok güzel geçti komutan bey. Allah’a şükür hiç bir aksilik yaşamadan döndük. Gemilerimiz ilgiye ve alakaya ziyadesiyle mazhar oldu. Keşke diyorum, bu merasim için de elimden bir şeyler gelseydi.“
Şefik Bey onu görür görmez irkildi. Zaten mahcubiyet içindeki delikanlıların gerilmiş sinirlerini hoplatmanın ne yeri, ne de sırasıydı. Sümbül’ü adeta kucaklayarak zar zor binanın dışına çıkardı.
İki kafadar, Şefik Bey’in arkasında hazır olda bekliyorlardı. Muayene bitmek üzereydi. Dört bin neferin içinden tam otuz altı sünnetsiz nefer çıkmıştı. Şefik bu kadarını beklemiyordu, Dilaver Paşa’nın ne kadar hayırlı bir işe kalktığını şimdi daha iyi anlıyordu. Birden aklına bir muziplik geldi. Arkasında dikilen iki kafadara döndü:
” Haydi bakalım ağalar, sıra size geldi. Davranın kuşaklarınıza, gün erkekliği gösterme günüdür. Ahali erkek görsün yiğitlerim, hadi marş marş!”
Mehmet utancından yerin dibine girmişti. Komutana itiraz etmek de olmazdı şimdi. Süklüm püklüm koşturdu sıranın arkasına. Selamet sinsi sinsi düşünmüş, ne cevap vereceğini bilememişti. O da sıraya girmekten başka çare bulamadı. Sıra Selamet’e gelmişti. Kuşağını çözüp pantolonunu indirdiğinde Şefik Bey hayretler içinde kaldı. Sünnetsizdi hergele. Selamet hızla toparlanıp giyindi, ağlayarak yemekhaneyi terk etti. Mehmet arkasından fırlayıp onu takip etti. Az ileride yakaladı kan kardeşini. Selamet şimdi küçük bir çocuk gibi Mehmet’in göğsüne yaslanmış, içli içli ağlıyordu. Uzun bir süre konuşmadılar.
”Üzülme aslanım. Hepimizin hali malumdur. Ne Şefik Bey’den ne de bir başkasından utanacak bir şey değil ki bu. Sebep olanlar utansın aslanım. Gel içeriye gidelim de bu işi bitirsinler bir an evvel”.
Birlikte omuz omuza bu zor vazifeyi de tamamlamak için yeniden yemekhaneye yürüdüler. Sünnet bitirildikten hemen sonra mevlit okundu. Duaların bitirilmesini, yemekhanede hazırlanan ziyafet sofrası takip etti. Sünnet çocuklarının yemekleri yataklarına getirilmişti. Mehmet kendi elleriyle besledi kadim dostunu. Selamet’in ağlamaklı yüzü gitmiş, müthiş bir öfke ve hırs gelip oturmuştu iki kaşının arasına. Mehmet sonraki günlerde de bu konuda hiç latife etmedi. Şefik Bey halden anladığını gösterip iki altın lirayla mükâfatlandırdı Selamet’i.
Anacığını daha üç yaşında kaybetmişti Selamet. Babası Maksut Ağa işten başka şey düşünmeyen, hırslı, cimri, her daim aç bir adamdı. Onu yaşlı nineciği büyütmüştü. Oradan oraya gezerek para kazanmaya çalışan, bu yüzden de senede bir eve uğrayıp öteberi almaları için cüzi bir miktar para bırakıp ortadan kaybolan babasını büyüyene kadar doğru dürüst göremedi. Ne zaman ki ele avuca gelip de kendi ayakları üzerinde korkmadan yürümeye başlayınca babasının dikkatine nail olabildi küçük Selamet. O günden sonra da babasının en yakın yardımcısı olup o pazar senin bu pazar benim dolaştı durdu tıpkı onun gibi. Bu arada çocukluğu geçip gitmiş, sünnet işiyse zaten aklının yarısını zayi etmiş ninesiyle meczup babasının hatırına gelmemişti. Selamet’i Selamet yapan hadiseler silsilesi hep böyle amansız bir zeminde filizlenmişti. Yattığı sünnet yatağında çok düşündü bu mevzuda. Bundan sonra kaderin acımasız çelmelerine tekme tokatla karşılık verecek, zalim feleği alt edecekti. Alt dudağını hırsla ısırınca kanının tuzlu tadını hissedip irkildi. Kesik yerden sızan kanı yokladı parmaklarının ucuyla; hiçbir şey olmamış gibi gözlerini kapatıp derin bir uykuya daldı.
-SÜRECEK-