Deliçay yaman akar [İçimize Bakış]
PAZARTESİ
Sabah vizitini bitirdikten sonra apar topar polikliniğe indi. Saat 11’e doğru geldi görev emri. Bütün keyfi kaçtı. “Kürt Mehmet nöbete! Yavrum Hamdullah, sana da yazıklar olsun. İyice bir diklenmedin ki şu herife anlasın dünya kaç bucak! “ Sövmemek için uğraşıyor, reçeteyi bir an önce yazıp odadan fırlamak istiyordu. Hamdullah sessiz, sakin tabiatlı; Hamdullah çalışkan, kanaatkar; Hamdullah sevilen, sayılan, halk çocuğu bir doktor…Hamdullah’ı herkes seviyor, en çok da Sağlık müdürü! Geçici görev mi var, Hamdullah gider, ne de olsa bekâr delikanlı. Doktorlardan biri mi hastalandı, hiç mesele değil efendim, Hamdullah tutar nöbeti. Tatile çıkacak bir cerrah mı var, ne mühim yahu, Hamdullah onun hastalarını da takip eder. Çok seviliyor Hamdullah.
Başhekimlik koridoruna açılan geniş kanatlı, görgüden uzak, süslü püslü kapının önüne geldi. Elindeki istifa dilekçesi avucundaki terle nemlenmiş, orasından burasından buruşarak tuhaf bir şekle bürünmüştü. Sövüp sayacak, dilekçeyi adamın alnının ortasına yapıştırdıktan sonra arkasına bakmadan çekip gidecekti. Az sonra elindeki dilekçeyi çöp kutusuna atıp çay ocağına doğru yürüdü.
SALI
Beş bin nüfuslu dağ kasabasına devlet hastanesi kurulmuş. Genç Cumhuriyet vatandaşına sahip çıkıyor diye yazmış gazeteler. Sonra mı, ne gelen var, ne giden. Hamdullah kendini bildi bileli bu hastanede doktor durmuyor. Geçici görevlerle kör topal işletilen, işletiliyormuş gibi yapılan, şifa dağıttığı izlenimi verilen, ne kendine ne de bir başkasına faydası olmayan sarhoş bir baba gibi dağın eteğinde çirkin ve heybetli gövdesiyle uzanmış yatan üç katlı sakil bir bina. Geçen seferki görev emrini aldığında müdürlüğe gitmiş, müdür muavini diye karşısına çıkan yeni mezun bir delikanlıya dert anlatmaya çalışmıştı. Harcırah verilmiyordu, kalacak yer yoktu, alet edevat eksikliği korkunçtu. “Ameliyathanenin içinde fare gördüm yahu! ” demiş, delikanlı kös dinlemişti. “Koskoca vali muavini imzalamış, gitmeyip de ne yapacaksın” , delikanlının ikram ettiği bayat çayı içip yola koyulmuştu.
Yaz gelince Deliçay’dan yükselen su buharı dağın yamacına varmadan usanır, bozuk asfaltın üzerine bırakır kendini. Öyle olur ki, miniminnacık serçeler soluklanmak için asfalta indiğinde hazırlıksız yakalanır da, kaygan yola tutunamayıp dereye yuvarlanıverirler.
Altındaki arabanın kabak lastikleri ilk uyarıyı Sakarlı köprüsünden geçerken vermişti. Az daha dikkatsiz davransaydı köprünün demir korkuluklarına yapışacaktı. Sırtından soğuk bir ter boşandı. “ Vaktinde yetişeceksin de ne olacak Kürt Mehmet! Vali yardımcısı madalya mı takacak? “ Kendi kendine attığı fırçadan memnun oldu. Yarım saat geçmişti, daha da süratlendiğinin farkında değildi. Akşam bastıran ani yağmurla dağın yamacından asfalta inen cıvık mı cıvık, killi toprak sabah güneşiyle kurumuş, uğursuz bir macun gibi asfaltı sarıya boyamıştı. Deliçay’ın suları uçup uçup yapışıyordu sarı macunun üzerine. Bir iki serçe konmayı denedi, kayıp dereye yuvarlandı. Hamdullah da öyle…
ÇARŞAMBA
Çopur Hasan Müdür Bey’in kapısında dikilmiş, vücudunu hamle eder gibi hafif eğik tutarak düşünüyordu. Bu sabah çok sinirliydi müdür. Ama bu konuda da müdürün görüşünü almak elzemdi Hasan için. Bütün cesaretini toplayıp, ölümü bile göze almış Kıbrıs Gazisi Kör Hamdi gibi- kasabasının gururuydu Kör Hamdi- daldı içeriye. Müdür haddinden fazla abartılı sakil koltukta arkasına yaslanmış, dışarıdaki kalabalığı sıkıntıyla seyrediyordu. Arkasına dönmeden, “ Gene ne var Hasan, gene ve var?” diye patladı. Ezilip büzülerek, “ efendim hastaneden aradılar az önce. Mevtayı morgdan getirelim mi bahçeye diye soruyorlar da, malum hava cehennem gibi sıcak. Beklerken bozulup kokar mokarsa diye şey etmişler, hem…” Müdür bir daha patladı, “ Ohooo, bunu da mı bana soracaklar yahu? Hastane müdürü ne iş yapacak peki? Onun maaşını da bana versinler o zaman! “ Baktı ki Hasan’dan ses çıkmıyor, kendini toparladı, “ Öğlen namazına çok var daha. Ezandan yarım saat önce getirsinler bahçeye. Benden sonra başhekim konuşur, vakit kalırsa belki bir mesai arkadaşı daha, hepsi o kadar! Cami yakın zaten. Off, mübarek hava da amma sıcak bugün.” Boyunbağını az daha gevşetti. “ Mübarek adam da ölecek günü buldu yahu. Mezarlık toz dumana boğulmuştur şimdi. Keşke eski takımı giyseydim. Yazık oldu lâcilere” diye düşünüp daha da hayıflandı. “ Soğuk bir ayran getir bana. Şevket Bey yanıma gelsin” Hasan ikiletmeden odayı terk ederken deminden beri içinde tuttuğu soluğu keyifle bıraktı, “Ohh be, hasarsız atlattık “
ÇARŞAMBA 16:00
Uzun mu uzun servinin gölgesi altına yeni bir mezar daha kazılmıştı bu öğlen. Az önce atılan kürek kürek toprakla iyice kabarıp yükselen mezar, altında çok şişman birinin yattığını düşündürtüyordu. Oysa Hamdullah ne şişman, ne de iri yarı biriydi. Aksine, narin gövdesinde bir dirhem fazlalık yoktu. Kara kuru bir Kürt delikanlısı. Babası da öyleymiş. Anasından dinlerdi hep. Gözlerini iri iri yapar da kendisi de inanmıyormuş gibi konuşurdu. Çok boğazlı bir adammış. “Boğma rakıyla bir kuzuyu oturup yerdi de bir dirhem yağ tutmazdı mübarek adam!” diye anlatırdı hep. Kaçaktan dönerken mayına basmışmış.
Az önce anababa günü gibi kalabalıktı mezarın başı. İmam Suphi Efendi cebine sokuşturulan zarfın içindekileri bir an önce saymak için hızlı hızlı adımlayarak, hatta tabanları kıçına vura vura koşturarak mezarlık kapısına doğru uzaklaşırken geride sadece ama sadece, ve de ömür boyu oradan ayrılmamaya yeminliymiş gibi bir kadın kaldı. İki büklüm Meyro Ana hep ağladı, hep dövündü. Hamdullah duymadı, duyamadı, kalkıp sarılmadı.
İKİ PAZARTESİ SONRA, SABAH 09:00
Devlette doktor biter mi hiç! En yakın vilayetten yeni bir doktor atandı hemen. Hamdullah’ın masasında bir tek bozuk radyosu kalmış. Ne kadar uğraşırlarsa uğraşsınlar hep aynı istasyon çıkıyor. Sekreter kız herkese “rahmetlinin ruhu bu odadan çıkmıyor herhal bacım. Radyoda hep aynı kanal çalıyor. Ne kadar uğraştımsa boş” diye anlatıp dert yanıyor.
Elinde tahlil kâğıtları, filmler, bir türlü düzgün taşımayı beceremediği için kuyruk gibi sarka sarka ardından gelen, biraz da uzun çekilmiş EKG kâğıdıyla şişman bir adam girdi içeriye. Masaya eğildi. Alnında biriken ter damlaları sekreter kızın üzerine düştü düşecek. “Hamdullah doktor yok mudur bacım? Benim ameliyat evrakları hazır. Gün verecekti bugün bana” Kız şaşkın, “ Duymadınız mı, Hamdullah bey trafik kazasında öldü iki hafta önce” Adam ilk şaşkınlıkla cevap veremedi. Sonra gözleri hafifçe kısıldı, dudaklarında kime kızacağını bilemediği için kelimelere, cümlelere dökülemeyen şaşkın bir öfke birikti. Neden sonra terbiyesiz, fütursuz bir cümle döküldü yağlı ter karışmış dudaklarından, “ Hay Allah yahu, doktor da ölecek zamanı bulmuş! Kim yapacak benim ameliyatımı şimdi? “
HERHANGİ BİR SALI
Servinin boyu az biraz uzamış gibi geldi Meyro’ya. Eğilip toprağın üzerinde yeşermiş yaban otlarını ayıklamak istedi. Sonra acı bir gülümsemeyle vazgeçti. Hamdullah neydi ki sanki, ayrık otu değil mi? Naylon ibrikteki su güneşin altında iyice ılımıştı. Oğlunun saçlarına denk gelen toprağı güzelce ıslattı. Ardından şefkatle okşadı. Arapça bilmiyordu, pek dua bildiği de yoktu kadıncağızın. Yalan yanlış bir şeyler okudu, ardından nasırlı elleriyle yüzünü kapatıp içinden kopan haykırışı dizginlemekten usanmış gibi ”amiiinn” dedi.