Koronavirüs pandemisinde daha zor günler kapıda: Kış geliyor!
Kayıhan Pala[1]
İlk olgunun aslında Şubat’ta ortaya çıktığı tartışması bir kenarda dursun, doğrulanmış olgunun ilk olarak açıklandığı 11 Mart’tan bu yana COVID-19 pandemisinde yedi buçuk ayı geride bıraktık.
Kışa yaklaşırken, pandemide ne durumda olduğumuzu ayrıntılı veriler açıklanmadığı için tam olarak bilemiyoruz.
Nisan’ın sonuna doğru “açıklanandan daha fazla olgu var” diyerek bilimsel öngörülerimizi toplumla paylaştığımız için bize kızanlar, geçtiğimiz ay içerisinde açıkladıklarından çok daha fazla doğrulanmış olgu olduğunu, ortaya çıkartılan kanıtlar nedeniyle kabul etmek zorunda kaldılar. Bugün itibarıyla Sağlık Bakanlığı tarafından 360 bine yakın olarak açıklanan “hasta” sayısı aslında COVID-19 olguları açısından buzdağının görünen yüzü. Ben ülkemizde bugüne dek bir milyonun üzerinde doğrulanmış olgu olduğunu tahmin ediyorum. Bu tahmini; test pozitifliği oranını Nisan’da %20 ve Eylül’de %10 olarak duyuran Sağlık Bakanı’nın açıklamalarına, çeşitli tabip odaları tarafından yapılan açıklamalara (Örneğin Ankara Tabip Odası geçtiğimiz ay günlük olgu sayısını yaklaşık dört bin olarak açıklamıştı), TTB tarafından yürütülen çeşitli araştırmaların bulgularına (Örneğin TTB Aile Hekimliği Kolu tarafından 7-14 Ekim tarihleri arasında yapılan çalışmada günlük olgu sayısı yaklaşık 14 bin olarak açıklandı) ve benim, öğrencilerimizin ve meslektaşlarımızın gözlemlerine dayalı olarak yapıyorum.
Bulaşıcı hastalık salgınlarında laboratuvar tanısı olanlar ‘Doğrulanmış olgu’, laboratuvar tanısı olmadığı halde tipik klinik bulgu gösterenler ‘Olası olgu’ ve yalnızca bazı klinik özellikler gösterenler ‘Kuşkulu olgu’ olarak sınıflandırılır. Ülkemizde COVID-19 pandemisi sırasında doğrulanmış olgularla birlikte olası/kuşkulu olguları da hesaba katacak olursak (COVID-19 hastalarının yaklaşık üçte birinde PCR testi sonucunun negatif çıktığı bilinmektedir), pandemi süresince ortaya çıkan toplam olgu sayısının bir buçuk milyonun üzerinde olduğu tahmin edilebilir.
Olgu/hasta meselesine gelince. Öncelikle şunu belirtmekte yarar var; tıp öğretisinde her olgu hastadır ve tıp fakültelerinde öğrenci ve asistan eğitimi sırasında hastaların değerlendirilmesi ‘Olgu Sunumu’ (Eskilerin deyimiyle ‘Vaka Takdimi) adıyla yapılmakta; bilimsel tıp dergilerinde hastalara ilişkin çalışmalar da ‘Klinik Olgular’ (Clinical Cases) vb. adlarla yayınlanmaktadır. Sağlık Bakanı PCR testi pozitif olanlar arasında hastalık bulgusu gösterenleri “hasta” olarak nitelediklerini ve yalnızca bunları kamuoyuna açıkladıklarını söylüyor. Bu yaklaşımın tıp öğretisine ve bulaşıcı hastalıklar epidemiyolojisine aykırı olması bir yana (Bilim Kurulu içerisinde yer alanların bu konuda açıklama yapmamaları da şaşırtıcı), Dünya Sağlık Örgütü’ne de yanlış olarak bildirilmesi önemli bir sorun. Çünkü Dünya Sağlık Örgütü veritabanına bakacak olursanız Bakan’ın “hasta” diye açıkladığı sayılar Dünya Sağlık Örgütü veritabanında “confirmed case” (Doğrulanmış olgu) olarak yer alıyor. Dünya Sağlık Örgütü’nün bu durumun farkında olduğu halde “hasta” sayılarını “confirmed case” olarak duyurmaya devam etmesi de ayrı bir sorun.
Bakan’ın PCR testi pozitif ve “bulgusu olanları” hasta olarak tanımladıklarını ve yalnızca bunları açıkladıklarını söylemesi de başka bir tartışma konusu. Çünkü zaten PCR testi Sağlık Bakanlığı tarafından yayınlanan temaslı algoritmasında yazdığı biçimiyle hastalık bulgusu olanlara yapılıyor, Türkiye’nin test politikasına göre. Bu durumda PCR testi pozitif olanların tümü (Tarama amaçlı yapılan testler dışında) bulgu gösteren hastalar olmalı. Hastalık bulgusu gösterdiği için “Olası vaka” olarak değerlendirilip PCR testi yapılan ve test sonucu pozitif çıkanlardan kaç kişinin ve hangi ölçütlere göre Bakanlığın “hasta” sayısının içerisinde yer aldığı ise halen belirsizliğini koruyor.
Bu arada, bugüne kadar yapılan yaklaşık 13 milyon testin kaç kişiye yapıldığını ve bu kişilerin özelliklerini de (Olası vaka, temaslı, tarama amaçlı vb.) halen bilmiyoruz. Sağlık Bakanlığı bu verileri açıklamaktan da TTB birçok kez talep ettiği halde ısrarla kaçınıyor.
Son haftalarda “hasta” diyerek günlük açıklanan sayılar doğrulanmış olgu sayısının yaklaşık beşte birine denk düşüyor ve Bakanlığın hastalığı orta ve şiddetli geçirenleri kamuoyuna açıkladığı anlaşılıyor. Örneğin 20 Ekim’de yapılan test sayısının (116.489) Bakan’ın açıklamalarına göre %10’nun (11.649) PCR pozitif doğrulanmış olgu olduğu varsayılırsa (Bunlar içerisinde daha önce test yaptıranlar da olabileceği için biz doğrulanmış olgu sayısını kabaca 10 bin alabiliriz), aynı gün yeni hasta olarak bildirilen kişi sayısı 1.895 ve bunlardan 552’si hastaneye yatırılarak tedavi edilmek zorunda kalınıyor. Bu durumda “hasta” olarak açıklanan sayının hem hastaneye yatırılarak tedavi edilmesi gerekenleri hem de evlerine gönderilen hastaların bir bölümünü kapsadığını anlıyoruz.
Ölüm sayılarında da benzer bir durum olduğu biliniyor. Anımsanacağı gibi birkaç hafta önce CHP Genel Merkezinden yapılan açıklamada, Cumhuriyet Halk Partili 11 büyükşehir belediyesinde ‘bulaşıcı hastalık’ nedeniyle vefat edenlerin sayılarının Sağlık Bakanlığı’nın tüm ülkeyi kapsayan verilerinden fazla olduğu ortaya çıkartılmıştı.
COVID-19’a bağlı olarak yaşamını yitirenlerin tamamı açıklanmadığı halde, son haftalarda haftalık ölüm sayısında ciddi bir artış var. Örneğin 16-22 Ağustos haftasında toplam 147 hasta vefat etmişken, bu sayı 16-22 Eylül haftasında 453 ve 16-22 Ekim haftasında 504 olarak gerçekleşti.
Sağlık Bakanlığı’nın pandemi sürecini saydam bir biçimde yönetmemesi yüzünden gerçek olgu ve ölüm sayıları hakkında yeterince bilgimiz olmasa da gözlemlerimiz ve çeşitli kaynaklara dayanarak yaptığımız epidemiyolojik tahminler, bugünlerde salgın eğrisinin ilk tepe noktasına ulaştığı Nisan ayına benzer ve belki de daha fazla olgu sayısıyla karşı karşıya olduğumuzu gösteriyor. Ölüm sayılarındaki artış da endişe veriyor.
Henüz sonbahardayız ve kışa doğru hem virüsün güneş ışığından uzak, soğuk ve kuru koşulları sevmesi hem de sonbahar ve kış aylarında insanların kapalı ortamlarda ve havalandırmanın yetersiz olduğu iç mekanlarda daha fazla zaman geçirmek zorunda kalmaları pandeminin yükünün daha fazla olabileceği öngörüsünü karşımıza çıkartıyor. Buna sonbaharda ve kışın, grip ve benzeri hastalıkların görülme sıklığındaki artış da eklenirse, durum daha da ağırlaşabilir.
Hem kış etkisi hem de pandemi yönetimindeki yetersizlikler bizi COVID-19 hastalığına karşı savunmasız bırakabilir. Pandemi yönetimindeki yetersizlikler denince; pandemiye etkili bir yanıt vermek üzere yeterli hazırlığın yapılamaması, salgının başlangıcında sağlık çalışanları için yeterli sayıda kişisel koruyucu malzeme sağlanamaması, PCR tanı testi için yurt çapında ilk haftalarda çok az sayıda laboratuvara yetki verilmesi, yaygın bir filyasyon/temaslı takibi uygulamasına ilk olgunun duyurulmasından ancak beş hafta sonra başlanabilmesi, olası vaka tanımına girmeyen sağlık çalışanları da dahil risk altındaki kişilere rutin olarak test yapılmaması, salgının hastanede karşılanmasına ağırlık verilmesi, Diyarbakır ve Ankara gibi bazı illerde yoğun bakım yatağı sıkıntısı yaşanması, hidroksiklorokin gibi etkisi olmadığı kanıtlanan hatta zararı olabilecek bir ilacın halen tedavi algoritmasında yer alması, meslek örgütlerinin karar verme ve bilgilendirme süreçlerinden dışlanması, doğrulanmış olgu ve ölüm sayılarının açıklanmaması, olgu ve ölüm sayılarına ilişkin ilçe/il, meslek grubu, sosyal sınıf vb. dağılımların açıklanmaması, bilimsel araştırmalar için etik kurullara ek olarak Sağlık Bakanlığı’ndan da izin almanın zorunlu tutulması ve pandemi koşullarına rağmen ancak geçen yılki kadar (bir buçuk milyon doz) grip aşısı sağlanabilmesi ilk akla gelenler. Bunların yanı sıra son haftalarda birbiri peşi sıra ortaya çıkan Sağlık Bakan Yardımcısının da yazarları arasında yer aldığı makale skandalları (İlk makalede olguların ilk olarak Şubat ayında görüldüğü ortaya çıkmıştı, ikinci makalede ise ne olduğu belirsiz bir bitki karışımı ekstresinin solunum yoluyla COVID-19 zatürresi olan hastalara verildiği yer alıyor), salgın yönetimi konusunda umut verici olmaktan çok uzak.
Sağlık Bakanı son birkaç gündür başta İstanbul ve Bursa olmak üzere yurt çapında olgu görülme sıklığında büyük bir artış yaşandığını açıklıyor ve her zamanki gibi yurttaşları “Maske, mesafe, hijyen” konusunda duyarlı olmaya çağırıyor. Sağlık Bakanlığı tarafından yayınlanan haftalık durum raporlarına göre İstanbul’da 28 Eylül- 4 Ekim haftasında 1.927 olan “hasta” sayısı, yüzde 86 artış göstererek 12-18 Ekim haftasında 3.576’ya yükselmiş. Neden yükseldiğine ilişkin, bulaşı kaynaklarının filyasyon sonuçlarına göre nereler ve kimler olduğuna ilişkin ayrıntılı bir açıklama ise (her zamanki gibi) yapılmıyor.
Gerçekten de COVID-19 pandemisi sırasında fiziksel uzaklığın korunmasının (En az 2 metre), uygun biçimde (Burun da kapalı olarak) nitelikli bir maske takılmasının ve el yıkamak başta olmak üzere kişisel hijyene özen gösterilmesinin hastalıktan korunmak için etkili olduğu biliniyor. Ancak hastalığın bulaşı kaynakları göz önüne alındığında bu üçlünün koruma sağlayabilmesi için gereksinim duyulan koşullar gözden kaçırılmamalıdır.
COVID-19 hastalığı da diğer pek çok hastalıkta olduğu gibi, sınıf ayrımı gözetmektedir. Sağlık Bakanlığı’nın HES uygulaması şimdilik başka veriye erişilemediği için, salgının sınıfsal boyutunu göstermesi bakımından önemlidir. Özellikle İstanbul’da ve büyük kentlerde yoksunlar ve emekçilerin yaşadığı mahalleler, sosyoekonomik düzeyi yüksek ailelerin yaşadığı mahallelerden keskin bir çizgiyle ayrılmaktadır. Emekçi mahallelerdeki kızarıklık uzun süredir karşımızdadır.
Hastalık genel olarak en çok evde, işyerinde, okulda, ulaşımda ve kalabalık ortamlarda bulaşıyor. Kalabalık evlerde yaşamak zorunda olan, su/sabun parasına gücü yetmediği için kişisel hijyene özen göstermekte zorlanan, kalabalık ortamlarda gün boyunca iş arayan ya da bu ortamlarda gündelik çalışan, işyerine ulaşım sırasında kalabalık olsa da dolmuşa/otobüse binmek zorunda kalan ve fiziksel mesafeye uygun bir çalışma ortamı sağlanmayan kişiler için merkezi hükümetin düzenleme yapması ve kaynak ayırması, yerel yönetimlerin de bu sürece katkı koyması gerekir. “Dolmuşlar kalabalıksa binmeyin” demekle olmuyor.
[1] Prof.Dr., TTB Covid-19 İzleme Kurulu Üyesi.