Ankara’nın Bağları – 13

İlerleyen aylarda ikisi de kasabanın sakin, yavaş, yeknesak, sıradan, acelesiz yaşam düzenine uyum sağlamaya başladılar. Büyük şehirlerdeki hastanelerin çalışma prensipleriyle karşılaştırıldığında burada çok farklı bir düzen vardı. En çok da bu durumdan keyif alıyorlardı. Başhekimin kim olduğunu bile ancak bir hafta sonra öğrendiler. Adamın varlığıyla yokluğu belli değildi.

Handan, ilk poliklinik yaptığı günü anımsadıkça hala kahkahalara gark oluyordu. O sabah en güzel giysisini giyip gelmişti. Saat dokuz olur olmaz polikliniğin kapısında bitmişti. İçeri girdiğinde şaşırıp kaldı. Ortalıkta ne sekreter, ne de hastalar vardı. Şaşkın şaşkın bakındıktan sonra santrali aradı. Telefonun karşı ucundan yarı mahmur bir ses tonuyla konuşan santral memuru,
” Ahaha, dokturanım ne hastası yaa? Burada saat ondan önce kimseyi göremezsiniz. Bizim memleketin adamı daha tarladadır. Birazdan damlarlar. Size çay söyleemm ben, he mi, ne diyonuz?”
Kapıda bekleyenlerde ne bir telaş, ne birbirinin üzerine binerek kapıya huruç harekâtı düzenlemek, ne de galiz küfürlerle reçete yazdırmaya çalışmak vardı. İşi biten hasta dışarıya çıkınca yenisinin gelmesi epey bir zaman alıyordu. Çoğu seferinde sekreter kız dışarıya çıkıp anons etmeden kimse içeriye girmiyordu. Bunun sebebini çok sonra anlamıştı. Kapının üzerindeki ışıklı levhada yazan isimleri kimse okumuyordu ki! Kendi arasında sohbete dalıp günlük dedikodulara yumulduklarından, çoğu neden orada bulunduğunu bile unutuyor, ancak sekreter kızın cırtlak sesini duyunca gerçek dünyaya dönebiliyorlardı.

Taner ilk defa büyük bir şehirden Anadolu’ya çıkıyordu. Bu yüzden de en büyük şaşkınlığı da o yaşıyordu. Her akşam günlük tulûat raporlarını birbirlerine verirken yaşadıklarına bir kez daha gülmekten kendilerini alamıyorlardı. Geçen sene yaşadıkları korkunç olayların hasarını sağalttıklarından henüz habersiz olsalar da, her geçen gün yaşamdan aldıkları lezzet artıyordu. İlerleyen günlerde evin içi küçük bir organik tarım ve hayvancılık pazarı haline dönüştü. İkisi de poliklinik çıkışında arabanın arkasına yüklenen köy yumurtası, köy tavuğu(kimi yolunmuş, kimi canlı), köy ekmeği, köy tarhanası, köy peyniri, köy sütü, köy yoğurdu, mevsimine göre taze incir, ceviz, üzüm dolu meyve sepetleri taşımaktan usanmışlardı artık. Küçük kızlarının yanakları doğal beslenme sonucunda tıpkı diğer köy çocukları gibi gürbüz, pembe ve abalak bir görünüme kavuşmuştu. En çok da hastaların iyi niyetine, doktorlara duydukları minnete, aldıkları hizmete teşekkür etmeyi bilmelerine, kötü niyetten bihaber teslim oluşlarına hayret ediyorlardı. Ameliyat öncesi imzalatılan onam belgesine uzaydan gelmiş meteor parçasına bakar gibi hayretle bakan hastalar, bir türlü önlerine uzatılan kâğıt parçasına bir anlam veremiyorlardı:
“ Doktor kızım, ben ne anlarım ameliyattan mumeliyattan. Sen ilazım dediysen olacağız demektir. Bir canım var, onu da Allah vermiş, Allah alacak. Yok, bir yerlere gitmem gayrı! Sen de elinden geleni yapacan ya guzuumm! Koskoca doktoruma Allah verir onun kuvvetini. İlla ki istiyosan aha parmak basayım ben şoraya mürekkebinen! ”
En son ameliyat ettiği yaşlı kadın Handan’ı yaşadığına da, doktor olduğuna da, buralara geldiğine de şükrettirmişti bu sözleriyle. Akşam Taner’e de anlattı. Onları can kulağıyla dinleyen minik kızlarını da aralarına alıp sevgiyle kucaklaştılar. Uzaklarda bir yerlerde kasabanın başıboş köpekleri havlamaya başladı. Kalkıp yatmaya gittiler. Handan ilk defa o gece kocasını, yatağını, yastığını, hala su damlatan musluklarını ve hepsinden çok da kendini, her zamankinden çok sevdi.
******

Ege dağlarına bu kadar kar yağabileceğini rüyasında görse inanmazdı. Karşı dağın yamaçlarından ötesi neredeyse görünmez olmuş, ovanın üzeri kalın bir yorganla örtülmüş gibi beyaza bürünmüştü. Hastanenin içi o sabah da buz gibiydi. Sağlık Bakanlığı’nın, ülkenin her yöresine aynı standart projeyle yaptığı hastanelerde iklim farkı gözetilmediği için Urfa’daki hastalar sıcaktan muhallebi kıvamına gelirken, Erzurum’daki hastalar buzdan heykele dönüşme riskiyle kucak kucağa yatıyorlardı koğuşlarda. Üzerindeki iki kat hırkaya rağmen içi üşüyordu Handan’ın. Bu sabah hastaneye gelirken kabak lastikle slalom yapma dalında oskarlık performans sergileyen Taner sayesinde dik yokuşu inebilmişlerdi. Polikliniğin önünde kimseler yoktu. Aslında hastanenin her yerinde inlerle cinler Türkiye Kupası elemelerinde karşılaşıyorlardı. Camdan dışarı bakınca fikrini değiştirdi. İnlerle cinler değilse de, başhekim ve yardımcısı bir takım olmuş, karşılarına başhemşire ve yardımcılarını alarak gerçekten tek kale kartopu oynuyorlardı. Zavallı başhekim kel kafasına aldığı darbelerle sarsılırken yardımcısı Tavşan Sadi, Başhemşire yardımcısı Dişlek Melahat’ın usta bir sniper gibi fırlattığı kartopuyla oracıkta ensesinden vuruldu. Başhemşirenin kikirdemeleri aniden ötekilerin kahkahalarıyla kesildi. Yardımcısının başarılı atışıyla gayrete gelen tombul kadın, geri geri çekilip bütün gücüyle kartopunu fırlatmak isterken ayakları bir anda yerden kesildi. Havada uçarken üzerindeki lacivert pelerin boşlukta bir müddet nazlı nazlı dalgalandı. Yerçekimine fazla direnemeden kıç üstü düştü. Başhemşire yardımcısı Nurdan ve Saliha, yılların kıskançlığını çıkarmak ister gibi delice gülerken Başhekim ilkyardıma yetişti. Şimdi Handan da gülüyordu.

– SÜRECEK –

 

Yazarın Diğer Yazıları
deneme bonusu veren siteler yeniokul.net casino deneme bonusu veren siteler