Dar Sokak Çocukları “Kapitalizmle İlk Tanışma”
1968 Ekim, güya sonbahar gelmişti, hava hala çok sıcak…
Bandırma Vecihi Bey İlkokulu ilçenin en seçkin okulu o zamanlar, belki hala öyledir. Cumhuriyetten önce de sübyan mektebiymiş. Okulumuz Rum mimarisine uygun inşa edilmiş. Üç katlı, yekpare taş binaydı. Orasına burasına şimdiki okul binalarında olduğu gibi mimari zevkten yoksun balkonlar eklenmemişti. Binanın zeminindeki eğimden dolayı alt bahçeye mermer merdivenlerden inebiliyorduk. Öğrenci sayısı artınca aşağıdaki geniş bahçeye ek bina yapılmıştı. Bu yenisi, dikdörtgen şeklinde, tek katlı, tavanları basık, betonarme, sanki içindeki çirkinliği küçük, ruhsuz pencerelerle kapatmaya çalışmış, Cumhuriyet sonrası kapkaççı ve zevksiz müteahhit eseri sakil bir bir binaydı. Eski binanın yanında çok kişiliksiz ve eğreti duruyordu. Üç sene burada okuduktan sonra dördüncü sınıfta rütbe alıp yukarıdaki binaya taşınacakmışız. Bizden büyük çocuklar yüzümüze bile bakmıyordu. Hepsinin burnu havalardaydı. Meğer öğretmenlerimiz merdivenlerden düşeriz diye korktukları için bizi aşağıdaki yetimhaneden bozma, kişiliksiz binaya tıkıştırmışlar. Bu acı gerçeği sonra öğrenecektik. Şimdilik okula uyum sağlama sürecindeydik. Süreç falan diye havalı kelimeler kullanmama bakıp da aldanmayın sakın. Uyum dediğim, ‘yağ satarım bal satarım’ oyunuyla başlayıp, ‘yakan top’ oyunuyla devam eden komik ve saçma oyunlar silsilesinden ibaret. O kadar uyum sağlamıştım ki, ilk iki ay okula sadece teneffüse çıkmak için gidiliyor sanmıştım. Kendimi elin çocuklarına yağ yapıp bal satmaya, lastik topla adam yakmaya iyice kaptırmıştım. Beni gören de pazarcı Musa amcanın oğlu sanacaktı.
“Yağ satarım bal satarım”ı hafife almanın bedelini sonraki yıllarda çok acı ödedim. Kardeşim; adamlar sana daha okulun ilk günlerinde kapitalizmi tanıtıyorlar aslında. Ama sen ne yapıyorsun, koca bir hiç. Bir düşün ve anımsa bakalım oyunun sözlerini:
Yağ satarım bal satarım
Ustam ölmüş ben satarım
Alacağına, bulacağına
Bir kaşık ayran
Yarın sabah bayram.
Yağ satarım, bal satarım,
Ustam öldü, ben satarım.
Ustamın kürkü sarıdır.
Satsam 15 liradır
Zam-bak Zum-bak
Dön arkana iyi bak
Felsefeyi fark edemezsen daha yolun başında 1-0 yenik başlıyorsun yarışa. Bak ne diyor orada gördün mü? Ustası ölmüş ama efendi gibi yağını balını satmaya devam ediyor küçük girişimcimiz. Pes etmiyor, yılmıyor. Bir köşeye çekilip zırıl zırıl ağlamıyor çırak çocuk. Ustanın düşürdüğü kapitalizm bayrağını, serbest girişimci ruhunu ondan devralıp saldırıyor küçük prensimiz. Sitem etmekte haklısın elbette. Fark ettim mi bu gerçeği sanki? Etmedim tabii!
Oyunu anımsıyorsunuz değil mi? Hani şöyle halka olup yere çömelerek oturuyorsunuz. Sonra içinizden biri mendilini eline alıp sallayarak arkanızda dönmeye başlıyor. Dönerken, bir yandan da o meşhur tekerlemeyi söylüyor. Arkaya bakmak yasak! Bakarsan ebe olursun. Mendil kimin arkasına bırakılırsa o ayağa kalkıyor, öteki onun yerine oturana kadar kovalayıp yakalamak zorunda. Yakalarsa onun yerine yakalanan zavallı dolanmaya başlıyor. Yakalayamazsa kendisi ebe oluyor falan. Oyunun felsefesi ders niteliğinde elbette! Serbest rekabet ilkesi vurgulanıyor oyunumuzda; tabii, tabii! Burada mendil metaforu fırsatları temsil ediyor. Ticarette her zaman uyanık olacaksın. Arkanı kollayacaksın. Fırsat kapıya bazen önden bazen arkadan gelir demek istiyor. Her zaman uyanık olmanı öğütlüyor.
‘Alacağına bulacağına bir kaşık ayran yarın sabah bayram’ bölümü en enfes öğüt bence. “Ticarette borcuna fazla sadık kalma dostum” diyor sana. Alacaklı kapıya gelince çok az bir ödeme yap – bir kaşık ayran – yani adamı sav gitsin. Sonra bir ara ödersin nasıl olsa. “Yarın sabah bayram” metaforu da bunu vurguluyor. Elimde mendille dönüp dururken bu derin felsefenin farkında değildim ne yazık ki.
“Adamdaki acımasız vahşi kapitalist ruhu da mı fark etmedin?” diye soracak olursanız; evet fark etmedim, edemedim. Oysa ne güzel vurguluyordu gerçekleri. Adamın ustası ölmüş, o hala ustanın sarı kürkünü on beş liraya satmanın peşinde. Bir de yetmezmiş gibi gelecekle ilgili kehanette bulunuyor tekerlememiz. “Zam bak- zum bak” diyor. Yani fırsatları değerlendirme öğüdü veriyor. İleride zam gelir, malını tezgâh altında tut demek istiyor. “Zum bak da neyin nesi? ”diye sormayın a dostlar! İngilizce olarak “zoom bak” demek istiyor elbette. Yani zam olayına büyük çerçeveden bakmazsan fırsatları kaçırırsın diyor. Makro ekonominin en veciz yorumu da burada gizlenmiş.
Oyuncu en son olarak “dön arkana iyi bak!” diye seslenerek dersi noktalıyor. Zaten artık başka söze de gerek yok gerçekten. “Eğer dediklerimi yapmazsan dön arkana iyi bak” diye öğütlüyor. “Arkanda değerlendiremediğin ölü yatırımları görüp kahrolacaksın” demek istiyor. Saf saf otururken arkanıza bırakılan sümüklü mendil metaforu tam da burada devreye giriyor.
Ah o çocukluk oyunları yok mu? Keşke Milli Eğitim Bakanlığı Talim Terbiye Kurulu üyeleri o kadar ketum olmasalardı! Böyle şifreli mesajları algılamaktan uzaktık o yıllarda. Ama düşününce onlara da hak vermiyor değilim. O sonbahar, “yağ satarım bal satarım” halkamızda oturan arkadaşlarımızdan iki tanesi bugün ülkenin ilk beş yüz kuruluşu içinde yer alan şirketlerin sahibi oldular. Birkaç tanesi de ilk bin kuruluş içindedir eminim. Adamlar daha o yıllarda kapitalizmin mesajını pek güzel almış. “Sen ne yaptın koca oğlan? “ diye soracak olursanız, ben hala mendil elimde burnumu çekerek dolaşıyorum Cumhuriyet meydanında.
Teneffüs çanı çalınca fırlıyoruz sıralardan. Daha bir dakika öncesinde Allah’tan korkar gibi korktuğumuz öğretmenin hiçbir hükmü kalmıyor o anda. Sınıfın kapısından ilk çıkana simitle gazozu bedava verecek sanki Meçe ağabey. Bu isimde bir başkasına rastlamadım bir daha. Meçe diye isim mi olur kardeşim? Kod adı mıydı neydi bir türlü çözemedim sonraki yıllarda da. Meçe ağabeyin asıl pastahanesi Çınarlı mahallesindeydi. Küçücük pastanedeki işler tatmin etmemiş olacak ki, okulun minik kantininin işletmesini de almıştı. Teneffüs olunca Meçe ağabeyin kantinine doğru amansız bir yarış başlardı. Geç kalırsan simit- gazoz ikilisine kavuşamadan ders zili çalar, sen de o müthiş lezzetlere -simit, gazoz, üzümlü kek üçlüsü- kavuşamadan kös kös geri dönerdin. Hayata tutunma yarışı daha o yıllarda başlıyordu işte.
Paranla rezil oluyordun kardeşim, çok fecidir çok! Parayı cepten çıkarmakla vakit kaybedip sıramızı kaptırmayalım diye otuz beş kuruşu çoktan hazır etmişiz avuçlarımızda. Simit on beş kuruş, gazoz yirmi kuruş. Yüreğimiz pır pır ediyor kuyrukta.
“Ya Meçe ağabey beni fark etmezse? “
“Ya avucumdaki bozuklukları uzatırken yere düşürürsem?”
En berbatı da,
“Ya gazozu elimden kaydırıp yere düşürürsem?”
Karamsarlık sonradan kazanılan bir durum değil demek ki; genetik, genetik! Kazasız belasız alışverişi bitirenleri Atatürk gibi yürüyüşlerinden tanırdık. Bir de kazanamayanlar vardı. Bir sonraki teneffüse saklarlardı hırslarını. Onları da, kazananların gazoz şişelerine kıskanç ve sinsi gibi bakışlarından ayırt ederdik.
Okulun tek hademesi Hayriye teyzeydi. Tarihte yer almış okul hademeleri arasında görüp görülebilecek en zayıf hademeydi kadıncağız. Evet, kesinlikle öyleydi.
Bandırma rüzgarı pek meşhurdur. Kadıncağızın böyle havalarda okula ulaşabilip ulaşamayacağı hakkında iddiaya tutuşan öğretmenler gördü bu gözler. Fakat zavallı kadın her seferinde başarırdı okula ulaşmayı. Teneffüs zili kavramıyla onun sayesinde tanışmıştım. Bizim okulda öyle, elektrik kablolu zil sistemi falan yoktu. Hayriye Teyze sistemi vardı. Tabii, tabii Hayriye teyze sistemi! Sapsarı kocaman pirinç bir çanı vardı. Ders bitince çanı eline alıp hızlı hızlı sallayınca sarı çan çangır çangır öterdi. Çanı sallarken çıkan melodiden Hayriye Teyze o gün üzgün mü, neşeli mi, hasta mı, kocasına beddua mı etmiş, yoksa müdür babayla kavga mı etmiş hemen anlardık. Teneffüse çıktık diye mutlu olmazdı. Teneffüsün bitiş çanıyla mutlu olurdu nedense. Teneffüslerden hoşlanmıyordu yaşlı kadın.
Hikayesini sonradan öğrenince çok üzülmüştüm. Anlatılanlar doğruysa kendi kızı teneffüste oyun oynarken boğazına kaçan şeker parçası yüzünden bahçede boğularak can vermişti. Hayriye Teyze belki de bu yüzden çan sesinden nefret ediyordu. Bunu ona sormak isterdim. Biz lisedeyken, soğuk bir gecenin sabahında Lalebayırı’nda cesedini bulmuşlar.