Ey Türk Gençliği
Koçero yine azıp kudurmuştu sabahın köründe. Havlaması yeri göğü tutmuş, yedi mahalleden duyuluyordu.
Gözündeki çapağı silemeden apar topar giyinip bahçeye koştu. Kümesin tellerini kontrol etti telaşla. Hınzır tilki Kudret- ona bu adı sınıfın en sinsi oğlanı yüzünden koymuştu- demin buradaydı anlaşılan. Telin alt köşesinin berelendiğini görünce meseleyi anladı. “ Tevekkeli değil, Koçero böyle delirmezdi yoksa! ”diye düşündü. Yanına kadar gidip köpeğin iri kafasını sevgiyle okşayarak sakinleştirdi. Tavuklar korkudan lal olmuştu. Ne gıdaklayacak, ne de kümesin dibinden aydınlığa çıkacak cesaretleri kalmıştı. Kümesin tahta kapısını gıcırdatarak aralayıp elini folluğa uzattı. Henüz sıcaklığı kaybolmamış iki yumurtayı sevinçle yakaladı. Anası pencereden seslenince eve döndü. Babası namazdan gelene kadar çoktan giyinmiş, kahvaltısını bitirmişti. Yumurtaları anasından saklamayı bugün de becerememişti. Kadın, o daha sahanlıkta ayakkabılarını çıkarmadan yumurtaları kapmıştı elinden. Zırlayacak gibi olunca anası, lafı ağzında yarım bırakarak, “ A gamsız oğlan, bu yumurtaları satamazsak yiyecek ekmeği nereden bulacağız sonra, ver şunları bakayım! ”diye çemkirmişti.
Kadının gözlerinden bir anlık da olsa belli belirsiz bir keder bulutu gelip geçti. Dünden kalan tarhanayı çarçabuk kaşıklayıp bahçeye çıktı. Geçen sene mezun olan ağabeyinden kalan tahta çantaya akşamdan koyduğu sarı yapraklı ucuz defterle, yarısı bitik kurşunkalemi yerinde duruyor mu diye yeniden kontrol etti. Hayat Bilgisi kitabını hala alamamıştı babası. İçinden yeni bir hıçkırık dalgası kopacaktı ki, bütün gücüyle gözyaşlarına engel oldu. Okullar açılalı yirmi günü geçmişti handiyse. Babası, her hatırlatışında ha bugün, ha yarın diye oyalayıp duruyordu. Beygirin ilacına vermişti bütün parayı, az beklesindi öğretmeni. Öğretmen beklemiyor, üniteleri ardı ardına anlatıyor da anlatıyordu.
******
Dut ağacının altındaki kara taşa oturup babasını beklemeye başladı. Öğretmen bugün Atatürk’ün Gençliğe Hitabesi’nin ilk iki kıtasını ezberden okutacaktı. Dünkü derste tahtaya yazmıştı ilk kıtasını. Hasan ilk kıtayı daha oracıkta ezberlemişti. Fakat ikinci kıtayı hiç bilmiyordu.
“Nereden bileyim oğlum, kitabım mı var ki? ” diye hayali arkadaşı Nuri’yi bir güzel haşladı. Nuri durmadan saçma sapan konuşan bir çocuk.
“ Oğlum sen de babanı hiç sıkıştırmıyorsun ki! Adam meselenin ciddiyetini kavrayamıyor bir türlü. Birazdan gelecek. Arabada giderken aç meseleyi! ”diye akıllar veriyor.
“Yahu bir sus Allah’ını seversen! Beygirin ilacı kaç para senin haberin var mı? Bugün belki Toptancı Hayri amca biriken alacağımızı öder. O zaman kitap geldi bil! ”diyerek sakinleştirdi Nuri’yi.
Tavukları kümesten çıkarıp avucundaki darıları tozlu avlunun orasına burasına gelişigüzel serpti.
Çarşıya inen tozlu yolda ilerlerken hiç konuşmadılar. Babası durmadan oflayıp pofluyor, üzerinde “ÜÇÜNCÜ” yazan sigara paketini kasabaya inene kadar bitirmeye yemin etmiş gibi, sigaranın birini yakıp diğerini söndürüyordu. Yaşlı beygir çarşının yolunu ikisinden de iyi biliyordu. Yokuşa geldiğinde yavaşlarsa kamçı yiyeceğini bildiğinden inadına hızlanıyor, düze çıkınca onlara hissettirmeden sinsice yavaşlayıp intikamını alıyordu. Hasan bunun da farkındaydı. Araba her çukura düştüğünde hop hop zıplıyor, Hasan’ın ciğeri ağzına geliyordu. Her sarsılışta ciğerleri sökülüyormuş gibi öksüren babası hiç oralı değildi. Kara gözleri yol boyu daha da kararıyordu sanki. Düşüncelere daldığında hep böyle oluyordu. Adamın gözlerinin akı çekiliyor, iki büyük kara bulut kaşlarının arasına gelip oturuyordu. Böyle anlarda Hasan onu rahatsız etmemesi gerektiğini öğrenmişti. Aklına önce öğretmen geldi, ardından da Hayat Bilgisi dersi, sonra da “Gençliğe Hitabe”. Unutmuş muydu acaba, mırıldanmaya başladı:
Ey Türk Gençliği!
“Birinci vazifen, Türk istiklâlini, Türk Cumhuriyetini, ilelebet, muhafaza ve müdafaa etmektir.
Mevcudiyetinin ve istikbalinin yegâne temeli budur. Bu temel, senin, en kıymetli hazinendir. İstikbalde dahi, seni bu hazineden mahrum etmek isteyecek dâhili ve haricî bedhahların olacaktır. Bir gün, İstiklâl ve Cumhuriyeti müdafaa mecburiyetine düşersen, vazifeye atılmak için, içinde bulunacağın vaziyetin imkân ve şeraitini düşünmeyeceksin!”
Çarşının içine girmişlerdi. Babası, Toptancı Hayri’nin dükkânının önünde durup yere atladı, Hasan da ardından. Ameleler dükkânın arkasından getirdikleri yağ tenekelerini arabaya yüklerken, az önce Hayri’nin yanına giden babası elinde bir çay bardağıyla dükkânın önünde belirdi. Hasan onun suratını incelemeye başladı. Parayı alamadığı yüzünden belli oluyordu. Kitap meselesini şimdi açarsa dayak yiyeceği kesindi. Tam çaresizce boyun büküp yolun karşısına geçerek okula gitmeye hazırlanıyordu ki karşıdan gelen Hüsnü’yü fark etti.
Hayri Amca’nın oğlu Hüsnü! Hep tiril tiril giyinen, her zaman sakin, her zaman sessiz, her zaman aptal Hüsnü! Hasan’a gizli bir hayranlık duyan zavallı Hüsnü! Öğretmenin her sorusuna önce Hasan atlardı sınıfta. Hüsnü de hep aynı soruyu bıkıp usanmadan sorardı Hasan’a,
“Ülen Hasan, ne defter ne kitap var önünde! Hangi ara ezberliyon bu kadar şeyi? Vallaha aferin, billaha aferin ülen! “
Hasan’ı hep güldürürdü Hüsnü. Kaldırımda dikildiğini fark edince koşarak Hasan’ın yamacına geldi,
“ Vay Hasan kardeşim, nasılsın bu sabah? “
Hasan canı sıkkın,
“Nasıl olacam be Hüsnü, nasıl olacam! Baban parayı yine vermemiş babama. Bak bugün Hayat Bilgisi dersinin kitabı alınacaktı bana. Yine olmadı benim iş! ”
Sanki bu durumdan kendisi suçluymuş gibi dudaklarını büzdü Hüsnücük. Biraz düşünür gibi yaptıktan sonra gıcır gıcır okul çantasını sırtından indirdi. İçindeki gıcır gıcır kitap ve defterlerin arasından en yenisini çekip çıkarttı. Elinde tuttuğu Hayat Bilgisi kitabını değerli bir hazineyi teslim ediyormuş gibi Hasan’a uzattı. Belki de Hasan öyle hissetti.
“Al bakalım! Okula gidene kadar sende dursun. Nasılsa koca kitabı hatim edersin okula varasıya! ”deyip gevrek gevrek güldü, gülüştüler.
“Yok, be oğlum! Gençliğe Hitabe’yi ezberlesem yeter. Öğretmen ilk işi oymuş gibi sınıfa girer girmez soracak kim ezberledi diye. Teneffüste birinin kitabına bakar ezberlerim nasılsa diyordum. Sana rastlamam iyi oldu vallahi. Yolda bakayım yeter” dedi.
Hüsnü akşamdan beri ezberlemek için çırpınıp dursa da hala ikinci kıtaya geçememişti. Yatarken kıvırdığı sayfayı eliyle koymuş gibi bulup Hasan’ın önüne açtı,
“Al buyur işte…”
Hasan uzun zamandır görmediği yavuklusuna iştahla bakan köy delikanlısı gibi mahcup, tedirgin, özlem dolu ama bir o kadar da kırgın bakıyordu kitaba. Güneşin altında pırıl pırıl parlayan sayfayı iştahla okumaya başladı. Küçücük dudakları kımıl kımıl oynuyordu. Hüsnü arkadaşının dalıp gittiğini görünce hayret etti. Anlaşılan koca hitabeyi oracıkta ezberlemeye kararlıydı Hasan. Bu böyle sürdü bir süre. Hasan hala kitabı Hüsnü’nün elinden almaya cesaret edemiyordu. Tutarsa sanki kitap kirlenecekmiş sanıyordu. Babasının sinirle çıktığı belli olan gür sesiyle irkildiler,
“Ülen siz hala orada mısınız? Zil çoktan çalmıştır. Öğretmen kıçınıza tekmeyi bassın da görün gününüzü! ”
Koşarak okulun yolunu tuttular.
******
Öğretmen sınıfa geç gelmişti. Sıralar arasından yükselen manasız uğultu kapının gıcırtıyla açılmasıyla aniden sonlandı. Cevdet Hoca, ayakta dikilen sefalet tablosunu içi acıyarak seyretti. Hazır ola geçmiş yoksullar ordusu ondan komut bekliyordu.
“Günaydın çocuklar! ”
“Sağoooolll! ”
Kiminin önünde defteri, kiminin kitabı açık duruyor. Hasan dikkatle ona bakıyor.
“Gençliğe Hitabe’yi ezberlediniz mi çocuklar?“
Hepsi önlerindeki sıraya mahcup mahcup bakıyor. Hasan ayağa kalktı.
“Evet öğretmenim! ”
Onu duymazdan geliyor Cevdet Hoca.
“Size soruyorum çocuklar, ezberlediniz mi? ”
Ses yok. Başlar öne doğru daha da fazla eğildi. Şimdi köstebekleri bile kıskandıracak kadar gizlenmişlerdi sıraların ardına. Hasan hala oturmamıştı yerine. Cevdet Hoca İsteksiz isteksiz,
“Pekala, sen oku bakalım Hasan! ”dedi.
Hasan kara tahtanın önüne geçti. Sözcükler dudaklarının arasından sert, acımasız, okkalı bir küfür gibi döküldü:
Atatürk’ün Gençliğe Hitabesi
Ey Türk Gençliği!
Birinci vazifen, Türk istiklâlini, Türk Cumhuriyetini, ilelebet, muhafaza ve müdafaa etmektir.
Mevcudiyetinin ve istikbalinin yegâne temeli budur. Bu temel, senin, en kıymetli hazinendir. İstikbalde dahi, seni bu hazineden mahrum etmek isteyecek, dahilî ve haricî bedhahların olacaktır. Bir gün, İstiklâl ve Cumhuriyeti müdafaa mecburiyetine düşersen, vazifeye atılmak için, içinde bulunacağın vaziyetin imkân ve şeraitini düşünmeyeceksin! Bu imkân ve şerait, çok namüsait bir mahiyette tezahür edebilir. İstiklâl ve Cumhuriyetine kastedecek düşmanlar, bütün dünyada emsali görülmemiş bir galibiyetin mümessili olabilirler. Cebren ve hile ile aziz vatanın, bütün kaleleri zapt edilmiş, bütün tersanelerine girilmiş, bütün orduları dağıtılmış ve memleketin her köşesi bilfiil işgal edilmiş olabilir. Bütün bu şeraitten daha elîm ve daha vahim olmak üzere, memleketin dâhilinde, iktidara sahip olanlar gaflet ve dalâlet ve hattâ hıyanet içinde bulunabilirler. Hattâ bu iktidar sahipleri şahsî menfaatlerini, müstevlilerin siyasi emelleriyle tevhit edebilirler. Millet, fakr ü zaruret içinde harap ve bîtap düşmüş olabilir.
Ey Türk istikbalinin evlâdı! İşte, bu ahval ve şerâit içinde dahi, vazifen; Türk İstiklâl ve Cumhuriyetini kurtarmaktır! Muhtaç olduğun kudret, damarlarındaki asil kanda mevcuttur!
Mustafa Kemal Atatürk
20 Ekim 1927