Haliç Bezirgânları -1
Gözde İpek’e
Kıymetli hanımlar, beyler;
Elinizde tutmakta olduğunuz kitapta bahsi geçen hadiselerle, o hadiselerde adı zikrolunan kahramanlarımızın hakikatte var olup olmadıkları üzerinde lütfen fazla durmayınız. Zira bunların bir kısmı hakikat, bir kısmı ise tahayyül eseridir. Mesele gayet çetrefilli; kim sahici, kim hayal mahsulüdür, tarafımdan da sahih bir tefsirde bulunmak kabil-i mümkün olamamıştır.
Alıcılarınızın ayarıyla oynamamanızı önemle rica eder, keyifli okumalar temenni ederim. Bir başka kıssada karşılaşmak ümidiyle esen kalınız efendim.
BÖLÜM I
GEÇMİŞ ZAMAN OLUR Kİ HAYALİ CİHAN DEĞER
BİR AN ACI DUYAR İNSAN BELKİ, SEVMİŞSE EĞER
Necip Celal Andel
İçeriye her giren, önce bin bir renkli bahar çiçekleriyle süslenmiş büyük çini sobanın başına geçip soğuktan morarmış ellerini iyice ısıtıyor, sonra da boş bir iskemle bulma umuduyla sağına soluna bakınarak umutsuz gözlerle kahvehanenin dip tarafına yollanıyordu. Akşam ezanı okunalı epeyce olmuştu. Herkes o kadar kararlayarak gelmişti ki, sorsan hepsi camiden geliyordu. Suphi Efendi’nin dedesi mi kahvehanenin ilk sahibiydi, yoksa ‘büyük kırım’dan sonra yapılan kaymakamlık satışıyla mı burayı üzerine almıştı, bilen yoktu doğrusu. Binanın ilk sahibinin sanattan anlayan ince ruhunu aksettiren kalem işleri kirli duvarların sathında hala fark edilebiliyordu. Çay ocağının ortasına döşenmiş, kirden esmer kahveye dönmüş pembe damarlı mermer lavaboyu değerli bir antika olduğundan habersiz, hiç acımadan hala kullanıyorlardı. Dışarıdan bakıldığında oldukça metruk görünen binanın içine girildiğinde sanki basit bir kasaba kahvehanesine değil de, Anadolu’nun kadim medeniyetlerinin ayinlerine ev sahipliği etmiş kutsal bir mekâna girmiş gibi oluyordu insan.
Böyle soğuk kış gecelerinde erkek milletinin tek eğlencesi Suphi’nin kahvehanesinde toplanıp birbirleriyle dalga geçmek olurdu. Ama bu gece eğlencenin fevkine varacakları belliydi. Zira iki gündür yolunu gözledikleri Meddah Hasan Efendi en sonunda teşrif ediyordu. İkindi vaktinden beri sürüp gelen telaşın sebebi de buydu. Fakat Hasan Efendi’nin bu gece için hususi bir ricası vardı. Çocuk getirilmemesini, bir de anlatacağı hikâye uzun olduğu için idrarını tutamayan, uykusuna hâkim olamayan zevatın katılmamasını istemişti. Anlaşılan bu akşamki hikâyesi hem eğlenceli hem de biraz müstehcen olacaktı. Suphi Efendi’nin gözlerindeki parıltıdan anlaşıldığı kadarıyla uzun gecenin sonunda en çok onun yüzü gülecekti.
Çaylar üst üste içiliyor, meddahı beklerken sabrı tükenenlerin homurtuları inceden yükselmeye başlıyordu ki eski püskü kapı gıcırtıyla açıldı. Öksürükler, tıksırıklar, itişmeler, küfürleşmeler, hâsılı ortada gürültü namına ne varsa şıp diye kesildi. Kır saçlı, kaba sakallı, uzunca boylu, yeşil gözleri fıldır fıldır, yaşlı bir adam oturanları kibarca selamlayarak yürüdü. Oturması için önceden hazırlanarak meydanın tam ortasına yerleştirilmiş masanın başına geçip, diğerlerinden biraz daha yüksekte kalan kürsüye padişah gibi kasılarak kuruldu. Elindeki sopayı bir kenara usulca bıraktıktan sonra boynuna doladığı mendili maharetli bir el çabukluğuyla omuzlarından aşağı saldı. Suphi’nin aceleyle yetiştirdiği demli çaydan okkalı bir yudum alıp damağını şaklattıktan sonra ellerini havaya kaldırıp üç defa çırptı. Üzerindeki gocuğu iyice ağırdan alarak, sanki istemeye istemeye yapıyormuş gibi çıkarıp bıçkın bir tavırla kürsünün arkasına astı. Gözlerini ahalinin üzerinde sorgu hâkimi gibi gezdirerek boğazını bir iyice temizledikten sonra söze başladı. Sesi gür, pırıl pırıl ve nereye çeksen oraya gidecek kadar lastikli çıkıyordu:
“Hak dostum hak
Bismillah diyerek girelim söze
Sohbet varken gam kasavet yakışmaz bize
Âdettendir diyerek vuralım dize
Dinleyin dostlar ne geldi dile”
Kalabalığın arasından edep erkân sahibi yaşlıların fısıltısı duyuldu:
“Eyvallah Hasan Ağa eyvallah.”
Hasan Ağa, gayet memnun sürdürdü:
“Yanıldım ben, çırak aldım yanıma,
Eve gelmez külhani dükkânda yatır.
Kovsam o da düşmez şanıma
Ki vardır, çarşafsız yorganda yatır.
Hâşâ huzurundan ustası çırağını sever.
Bir eşek aldı pazardan,
Eşek göze geldi, çatladı nazardan.
Eşek çıktı mezardan,
Eşeğin aşkından ormanda yatır.
Bizim çırak da hırtıyı pırtıyı toplamış
Külhanda yatır”
Gençler, onu anlamadan, dinlemeden sırf hoş bir latifedir diye düşünüp boş boş sırıtmaya başlayınca devam etti:
“ Sühen-saz-ı gülistan-ı nezaket,
Nihal-i konca-i ba’i zarafet,
Dinledikçe verir tabla letafet.
Dinleyiniz efendim,
İşbu acz köleleri, oturan beyefendilere
Nakleylesin hoşça bir hikâye”
BÖLÜM II
HARMAN YERİ YARILDI KAYNANAM BANA DARILDI
NE DARILIN KAYNANA KIZIN BANA SARILDI
M. Arcıman
Ağustos ayı Zonguldak Ereğli’ye bağlı Kestaneci köyünde hep çok sıcak geçerdi ya, 1823 yazında yılanlar çıyanlar bile cehennem sıcakları yüzünden tatlı canından bezmişti. Yirmi haneli fakir köyün güz yağmurları beklendiği tarihte de gelmeyince köylüyü kör imamın arkasına takıp yağmur duası peşinde, o tepe senin bu tepe benim dolanmaya mecbur etmişti. Sabah ezanından beri mısır tarlasında, kızgın güneşin altında eğilip kalkmaktan vücudu pelte gibi olmuştu. Debelendiği tarla ufak olmasına ufaktı fakat bütün işi tek başına yapıyordu. Uzaktaki tarlalardan komşu çocuklarının neşeli kahkahalarını, birbirleriyle yardımlaşan kardeşlerin şakalaşmalarını her duyduğunda küfür edilmiş de cevap verememiş gibi hissediyor, yalnızlığına ve kimsesizliğine uyduğu öfke kat be kat artıyordu. Suçlayacak kimse de yoktu ki içini boşaltıp rahatlasın. Çaresizliğinin ve yalnızlığının müsebbibi ne zavallı anası ne de hiç bilmediği, görmediği babasıydı. Şimdi yanında delikanlı bir ağabey ya da tuttuğunu koparan, kimsenin dönüp de yan bakamayacağı dağ gibi bir baba olmalıydı ki… İşte o zaman değil Kestaneci köyü, koca Ereğli bile ne edebilirdi ki Mehmet’e? Üçü birlikte pazar yerine doğru heybeleri omuzlarında, gıcır gıcır potinleri ayaklarında, gümüş sırmalarla bezeli cepkenlerini güneşin altında şavkıta şavkıta cevizli meydana doğru ağır ağır yürüseydiler ya.
“Ne vardı koca felek? Ne vardı bir gün olsun bunu yaşatsaydın şu Mehmet kuluna da koca memeli kızlar onu görünce analarının ardına kaçıp saklanacakları yerde, Mehmet gelmiş diye birbirlerini eze eze yamacına yanaşsalardı?”
Kurduğu hayallerin tadını aldıkça hakikatle arasındaki bağı koparmış, karşı dağın ardındaki kara bulutların şakacı çocuklar gibi gizlice toplanarak tarlaya doğru süratle yaklaştıklarını fark edememişti. Alnına düşen ilk sıcak damlayla korkuya kapıldı. Hemen toparlanıp evin yolunu tutmazsa fare gibi ama adamakıllı iri bir fare gibi sırılsıklam ıslanacak, eve ulaştığında anasından dünyanın azarını işitecekti.
Zaten Mehmet ne yapsa yaranamazdı bu kadına. Ufak tefek, çelimsiz, uçar gibi yürüyen, kınalı saçlı bu kadınla oğlunu bütün Zonguldak milletinin huzuruna çıkarsalar, bir kişi bile bu kadının Mehmet’in anası olduğuna ihtimal veremezdi. Hiç görmediği babası çok uzunmuş Mehmet’in. Karamahmutzadeler derler, adıyla sanıyla namlı bir sülalenin bin bir ihtimamla büyütülmüş nazlı yiğidiymiş. Mehmet’in merhum dedesi vakti zamanında şımarık oğluna her ne kadar etme tutma dese de o kimseleri dinlememiş; bu çelimsiz, kınalı kızı kaptığı gibi kaçırmış. O kadar malı mülkü, bağı bahçesiyle bir başına kalan dedesi onları hiç affetmemiş. İşte dedesi olacak o nemrut Hamdullah Ağa yüzünden hayatları köyün en uzak mahallesinde yokluk içinde geçiyordu şimdi.
Zavallı babası, o daha iki yaşındayken yörenin en güçlü ailesi ve ayanı Hacı İsmail Ağa ile bir alacak verecek meselesi yüzünden fena münakaşa etmişti. Dedikodulara bakılacak olursa bir cuma günü babası, sala verilmeden önce çınarlı kahvenin avlusunda pinekleyen köy ahalisinin ortasında bu küstah ve şımarık adama diklenince kendi ölüm fermanını oracıkta imzalamış, hadisenin üzerinden iki hafta geçmeden bir uçurumun dibinde bulunmuştu cesedi. Babasının cenazesi küçük evlerinin daracık avlusunda yıkanırken, o daha emekliyordu. Menfur cinayetin üzerinden seneler geçmiş, babasız büyütülen zavallı yavru sübyan mektebi yaşına ermiş ermemişti ki o yaz aniden serpilip boya gitmiş, yaşıtlarına tepeden bakmaya başlamıştı. İri elleri ve ayaklarıyla öyle göze batar hale gelmişti ki nedense anası artık ondan hoşlanmamaya başlamıştı. Bunun sebebinin tıpkı dedesine benzemesi olduğunu bilemeden, tam üç koca sene sessizce ağladı Mehmet. Uzun kış gecelerinde büzülüp kaldığı yorganın altında ellerine ayaklarına lanetler okuyarak ilendi durdu kadersizliğine.
Bir bahar sabahı komşunun kümesinden çaldığı yumurtaları gizlice haşlamaya çalışırken anasına yakalanmıştı. Bir yandan çalı süpürgesinin kalın sapının kaba etlerinde yarattığı acıyı hissederken, öte yandan söylenmeye devam eden anasından işittiği, “Hadi deden gibi deve boylu olmaya oldun da, neden benim kadar akıl sahibi olamadın a gavurun dölü?” lakırdısıyla anlamıştı kime benzediğini. Köyde başka sıfatı yoktu Mehmet’in. Uzun Mehmet aşağı, Uzun Mehmet yukarı! Kahvede, camide, tarlada, merada, hâsılı her yerde, herkes, her zaman ondan Uzun diye söz ederdi de başka tarife lüzum kalmazdı. Anası bile komşulara “Uzun’u gördünüz mü a komşular?” diye seslenir, bazen Mehmet’in kendisi bile, kendi adını unutacak olurdu.
Yağmura yakalanmadan sırtındaki iki çuval mısırla girdi yıkık dökük evin yıkık dökük kapısından. Anası başını kaldırmaya bile zahmet etmeden, ocaktaki tarhanayı karıştırmaya devam etti. Mehmet, buna da içerledi ama ses etmedi. Durduk yerde maraza çıkarırsa hesabı yine kendisinden sorulacaktı. Çıt çıkarmamaya gayret ederek çuvalları yüklüğün yanına indirdi. Elinin kirini kapının pervazına asılı yağlığa silerek sofranın ucuna ilişti. Biraz sonra sıcak tarhanaya kaşık sallamaya başlamış, neşesi yerine gelmişti. Anası hiç konuşmadan yere bakıyor, kirpiklerinden süzülen yaşları oğluna belli etmeden yaşmağının kenarıyla saklamaya çalışıyor, ağzındaki lokmayı deminden beri zorla çiğneyip duruyordu. Karnı doymaya yakın anasının yüzüne bakmayı akıl etti. Kadıncağızı hiç bu kadar çaresiz görmemişti daha önce:
“N’oldu anacığım, ne bu halin? Yine Hayriye karısı mı kızdırdı seni, şuna laf yetiştireyim derken bir gün aklını yitireceksin vallaha. Ben onun kızına falan bakmıyorum ki, külliyen tevatür anacığım. Geçen gün tarlaya giderken baktım ki ağacın üstüne çıkmış elma topluyordu bu deli kız. Tam o esnada ayağı kayınca düşecek gibi oldu, dur mur deyip varana kadar ağacın tepesinden kucağıma düştü bu densiz kız. Biz tabii alt alta üst üste kaldık o sırada… Küçük kardeşi biz toparlanana kadar vaziyetimizi öyle yakalayınca… Ee, yani öyle görünce hemen koşup anasına nasıl anlattıysa artık… Günahımızı aldılar güzel anacığım. Niyetleri kızı bana kakalamaksa Mehmet Ağa’nın hayvanı terli vallaha, sen hiç üzme kendini canım anam.”
Anası kafasını yerden kaldırıp dik dik baktı Mehmet’in ablak yüzüne:
“Ülen sen nasıl bir salak oldun böyle he, söyle bana, nasıl bir salak oldun sen böyle? Ülen oğlum ben böyle şeylere pabuç bırakacak kadın mıyım? Sen bendeki bu gözleri görüyon mu? Bana Kızıl Hacer demişler, elin adamının ekşimiş sütünü içer miyim ben a gerzek oğlan, a benim boyu uzun aklı kısam? Ah dedesinin hık demiş de burnundan düşmüşü”
Mehmet donakaldı. Anasını üzen başka ne gibi bir kabahati olabilirdi ki? Hem buna şaşırdı hem de Nergiz’i elma bahçesinde sıkıştırıp fingirdeştiğinden anasının henüz haberdar olmamasına sevindi. Merakla, çokçası neşeyle:
“Peki o halde mübarek gözyaşlarının sebebi nedir anacığım, deyiver hele de çaresini bulalım?”
Anası uzun bir soluk alıp iç geçirdikten sonra, güç bela konuştu:
“Sabah muhtar emmin geldi. Hazır asker kâğıtların gelmiş eline de yemeyip içmeyip beni arayıp bulmuş sersem herif. Yarın sabah ezanıyla Ereğli’ye insin, seferberlik dairesine varıp teslim olsun dedi. İstanbul’a çıkmış sefer emrin. Ben ne yaparım kadın başıma bu kadar işin içinde, öf, öf ki öf!”
Lafı biter bitmez oradan oraya çırpınmaya, yakasını yırtarcasına çekiştirerek öne arkaya sallanıp dövünmeye başladı. Mehmet uzun süre anlam veremeden manasız gözlerle seyretti anasının ilenişini. Aklında kala kala ‘sefer emri’, ‘İstanbul’ ve ‘sabah ezanı’ kelimeleri kalmıştı. Yerinden usulca doğrularak arka bahçeye çıkan kapıya yönelip gözden kayboldu. Bir yandan işiyor, bir yandan da İstanbul’a gidecek olmanın hayaliyle kapıldığı heyecan dalgasına hâkim olmaya çalışıyordu.
Bütün kış köyün kahvesinde oturup boş boş konuşarak vakit öldürenlerden çok dinlemişti İstanbul denen cihan nuru memleketin ününü. Yeldirik Mustafa’nın askerlik hikâyeleri pek muteberdi kahve cemaatinin uzun kış sohbetlerinde. Yeldirik Mustafa kahveye gelmeden civar köylüklerden katılanlarla içerisi tıklım tıklım dolar, Yeldirik’in ustaca taklitler yaparak renklendirdiği kerhane hatıratı en çok dinlenen ve inandırıcılıkta başa güreşen hikâyeler olurdu. Uyanık Yeldirik, bu hikâyeleri anlatırken olay kahramanı kendisi olduğu halde, yataktaki kadınlar nedense hep Ereğlili erkeklere olan hayranlıklarını, onların yatakta ne kadar güçlü ve dayanılmaz erkekler olduklarını bağıra bağıra haykırırlardı. Dinleyen herkes büyüklü küçüklü,
“Ömrüne bereket Mustafa Ağa!” nidası ile Yeldirik’i galeyana getirir, hikâyeye yeni yeni ilaveler yapmasının önünü açarlardı. Yeldirik boş bulunup da esrarlı cıgarayı o gün fazla kaçırmışsa iyice coşardı. İstanbul’daki bütün zengin ağaların, beylerin ve gayrimüslim tüccarların körpe kızlarını sıraya sokar, Edirnekapı’dan girip Kadıköy’ünden çıkardı. Kahveci Hasan Ağa en sonunda hicap duyarak dur demeyecek olsa Topkapı Sarayı’nın kapılarını zorlayacak olur, dinleyenleri kahkahalara boğardı. Mehmet de bu hikâyelerle büyümüş, ergenliğe adım attıktan sonra da zavallı delikanlı soğuk ve uzun kış gecelerinin sabahlarında hep o hikâyelerin hatırı sayılır hülyalarıyla ıslanarak uyanıp buz gibi suyu kafasına dökerek güne başlamak zorunda kalmıştı.
İşte şimdi fırsat eline geçmişti. ‘Bekle beni İstanbul’ diye mırıldandıktan sonra kalan idrar damlalarını da silkeleyerek temizlenip odaya geçti. O gece ilk defa huzurlu uyudu yattığı yerde. Sabah olduğunda anasının tarhanası çoktan tütmeye başlamıştı. Yaşlı kadının hazırladığı asker çıkını kapının yanında yarı devrik bekliyordu. Yükünü sırtına vurduktan sonra eşiği sağ ayağıyla atlayıp avluya çıktı. Zavallı anacığı üzüntüden iki büklüm olmuştu. Henüz kırkına bile varmamış çileli kadın bir gecede yüz sene yaşlanmış gibi geldi gözüne. Uzanıp ellerine sarılarak sıcak öpücükler kondurdu yanaklarına. Ne de olsa gidip de dönmemek, görüp de bilmemek vardı. O da sımsıkı sarıldı beline uzun oğlanın. Mehmet sallana sallana yürüyerek yokuşun aşağısını boyladı. Neden sonra aklına geriye dönüp bakmak geldi. Kimseler görünmüyordu dik yokuşun başında. Uzaklarda uyuz bir köpek gamsız gamsız ürüdü, serin bir yel esti, sırtı ürperdi.
– DEVAM EDECEK –