Haliç Bezirganları – 14

Akşam ezanı okunmadan tersaneye yetiştiler. Dilaver Paşa’yı makamında yakalayan Şefik, yaptıkları tertibi bütün teferruatıyla bir solukta anlattı. Paşa, uzun uzun düşündü. Havai fişeklerin yangına yol açmasından ürküyordu. İyice tetkik etmeden kabul edilmemesini emretti. Gerekli parayı temin edecekti. Şefik, yol boyunca planı kafasında defalarca tarttı. Sümbül kısmı kolaydı da Mısırlı ustaların maharetinden nasıl emin olabileceğini bir türlü kestiremiyordu. Bütün bu işler için önlerinde iki gün vardı. Önce Sümbül Efendi’ye uğramak en doğrusu olacaktı.

Mimarbaşının kaldığı binanın içinde Sümbül’e de bir oda ayrılmıştı. Kapıyı çalıp bekledi. Sümbül yüzüne yapıştırdığı salatalık kabuklarıyla kapıyı açınca Şefik, arkadan sızan loş ışığın korkutucu etkisiyle karşısına çıkanı tanımamıştı. Korkarak bağırdı:
“hay anasını avradını, aman Allahım! Kimsin sen be?”

Sümbül sırıtınca daha da korkunç oldu:
“Korkmayın ayol, gulyabaninin teşrifi için erken bu saatler; gece yarısına doğru boy gösterir kendileri”
Ardından şuh bir kahkahayla yana çekilip genç subayın içeri girmesi için kapıyı araladı. Pembe boyalı odanın duvarları envai çeşit çiçek tabloları ile süslenmişti. İki eski koltuğun kol yerlerine iğne oyalı örtüler sarkıtılmıştı. Yere serili eski İran halısının ortasındaki iri gül desenleri odaya ferahlık katıyordu. Sümbül Efendi, odasının alıcı gözlerle tetkik edilmesinden memnun, sessizce Şefik’in hayranlık belirten dudak hareketlerini neşeyle takip ediyordu:
“Alıcı mısınız da ayakta bekliyorsunuz komutan hazretleri?  Değilseniz buyurun oturun da bir kahvemi için lütfen.”
Cevabı beklemeden köşedeki ocaklığa yürüyüp gözden kayboldu. Cezveye kahveyi koyup şekeri raftan aldığını, ardından soğuk suyu sürahiden cezveye doldurup kaşıkla karıştırdığını,  en sonra da küllenmiş ocağı eşeleyerek üzerine oturttuğu, çıkardığı seslerden anlaşılıyordu. İçeriden seslenerek sordu:
“Hayırdır Allah aşkına, sizi bu saatte fakirhaneme hangi rüzgâr attı acaba?”

Şefik söyleyeceklerini çoktan kafasında sıraya koymuştu. Sümbül elindeki tepsinin içindeki iki fincan kahve ile onlara eşlik eden suyu dökmeden alışık bir genç kız gibi salınarak koydu önüne. Kahvesinden bir yudum aldıktan sonra gırtlağını temizlermiş gibi yapıp bir iki defa öksürdü:
“Dilaver Paşa arada olunca akan sular durur tabii. İki güne nasıl yetiştiririz diye düşünüyorum efendim. Yoksa yapılacak şeyleri kafamda planladım bile. Paşanın sahilhanesini daha önce defalarca görmüştüm. Kapının iki yanındaki topraklığa şahane çiçekler bularak tıpkı Fransız saraylarındaki gibi hayvan siluetleri oluşturacağım. Bu alafranga çiçek halkalarının ortasına karanlıkta şıkır şıkır aydınlatılacak süslü fenerler dikeceğim. Kapının on metre önünden başlayarak girişe kadar uzanan yolun her iki yanına dikilecek süslü direklerin arasına yavruağzı, leylak ve fıstıki renkli ince tül perdeler asacağım. Yolu buradan geçen kim varsa iki kere dönüp bakmadan geçemeyecek. Lakin bu malzemeyi nasıl temin ederim iki günde; işte onu bilemiyorum.”

Sümbül’ün gemi süslemeleri de çok beğenilmişti. Bunun da beğenileceğini Şefik’in gözü kesmişti:
“ Sen merak buyurma efendi, bizim Selamet ile Mehmet Onbaşı o işi halleder. Yarın sabah senin yanında olurlar. Masraftan kaçınma sakın. Her şeyin kalitelisini temin edin diye sıkı sıkı tembihledi Paşa Hazretleri.“
Sümbül, adından çok söz ettirecek bu işi becerirse önünde açılacak yeni kapıların farkına varmıştı. İşe koyulmak için şimdiden sabırsızlanmaya başlamıştı. Onlar konuşurken kahveler soğumuş, Sümbül’ün yenisini yapmayı teklif etmesi üzerine bir başka sefere söz veren Şefik, görevin ilk kısmını halletmenin neşesiyle odasına çekilmişti.

Ertesi sabah Selamet, daha önceden yaptığı esnaf ziyaretleri esnasında tanıdığı Mısırlı fişek ustalarını eliyle koymuş gibi buldu. Yenikapı’daki kahvenin müdavimleri ipsiz sapsız, ne iş tuttuğu belli olmayan serdengeçti adamlardı. Düzgün bir işi olmayan denizciler, ikide bir mahpusa düşen eski yeniçeri artıkları, oradan oraya savrulan tuhaf gezginlerle kumarcı, şarapçı takımı hep buralarda düşüp kalkardı. Mısırlı iki usta da böyleydi. Kırk yılda bir şenlik düzenlenirse onları burada bulurdu zengin takımının kâhyaları. Aldıkları üç beş kuruşla yazı geçirip kış gelince ortadan kaybolurlardı. Hanif, daha yaşlı olanıydı. Gözlerinde senelerin yorgunluğunu ve kandırılmışlığını ele veren saf bir bakış vardı. Konuşurken ellerinin titremesine hâkim olamıyordu. Selamet, bitkin görünüşlü adamın sıhhatsiz haline üzülmüştü. Hamadi, çocuksu suratı, siyah dimdik saçları, kısacık boyuyla afacan bir delikanlıya benziyordu. Hanif konuşurken, Hamadi hiç söze girmiyor, ustası ona söz vermeden kafasını yerden kaldırmıyordu. Selamet onları bir köşeye çekip ne istediğini tane tane anlatmaya başladı. Önce işin aciliyetinden bahsetti, sonra da imkânsızlığından. Üstesinden gelecek olurlarsa kendilerine bir sene yetecek kadar para kazanacaklardı. Muvaffak olamamaları halindeyse bir daha İstanbul’a ayak basamayacaklardı; Paşa böyle söylemişti. Hanif, kısa bir müddet kafasını yerden kaldırmadan, kaşını gözünü bir sağa bir sola tilki gibi oynatarak sessizce düşündü. Kirli sakallarını hatır hatır kaşıyarak içindeki şeytanıyla fikir alışverişinde bulunuyordu. Hamadi‘ye kalsa çoktan kabul ederdi. Hanif Usta’nın bu işin üstesinden geleceğine emindi. Usta açlık ve yorgunluktan feri kaçmış gözlerini en sonunda Selamet’in gözlerine dikti:
“Bak Selamet Ağam, bu her yiğidin harcı bir iş değildir. İki gün değil de iki ay deseydin belki denemek gafletinde bulunacak birileri çıkardı. Ama iki gün içinde böyle hassas ayarlı fişekleri hazır etmek imkânsıza yakındır.”

Durdu tekrar düşündü. Selamet umutsuzca yaşlı adamın ağzından çıkacak kelimeleri bekliyordu:
“ Lakin teklifiniz pek caziptir. Bu eşek oğlan olmasa sizi geri çevirirdim. Fakat onun kara barutla yavuklusu gibi oynaşmasını görseniz, ne demek istediğimi anlarsınız. Lüzum eden kara barutu ve fişek kalıplarını hemen bugün temin edersek, elimdeki hususi tozlarla çalışmaya başlarız. Bakın görün bu deli oğlan ne mucizeler yaratacaktır. O yanımda olmasa tek başıma katiyen bu işe kalkışmazdım. Amma benim aklım, onun çalışkanlığı ile bitti bil sen fişekleri.”

Selamet, sevinçle elini adamların omuzlarına koydu:
“ Hadi o zaman, bu mezbelelikten bir an evvel çıkıp tersanenin yolunu tutalım, baruthanede işimiz var. Fişeklerin dökümü için haddehane emrinizde olacak.”

Yol boyunca konuyu enine boyuna konuşmaya devam ettiler. Tecrübe atışlarını Edirne Kapısı’nın dışındaki ıssız bir bostanda yapmaya karar verdiler. Burada yangın çıkması imkânsızdı. Tersaneye girince doğruca baruthaneye gittiler. İki okkalık inceltilmiş kara barut torbasını sırtlayan Hanif Usta, yanındaki fişek kalıbını Haydar Ağa’ya teslim ederek istediği yeni kalıbın nasıl olması gerektiğini bir iyice tarif etti. O gece mahpushanenin girişindeki küçük misafir odasında misafir edildiler. Sabaha kadar çalışan Haydar Ağa, tam iki yüz fişek kabı hazırladı o gece. Sabah ezanıyla birlikte adamlar ayaktaydı. Haydar Ağa’nın börek tepsisi sabah kahvaltısına yetiştirilmişti.

-SÜRECEK-

 

Yazarın Diğer Yazıları
deneme bonusu veren siteler yeniokul.net casino deneme bonusu veren siteler