Haliç Bezirganları – 17

O akşam kürek mahkûmlarının yattığı kısımda geziniyordu. Yeni getirilen tombulca delikanlının hikâyesini merak ediyordu. Günlerdir yemeden içmeden, bir köşede sessiz sessiz oturup arpacı kumrusu gibi düşünen genç adamın yanına sokularak, elindeki soğuk şerbet bardağını uzattı. Kafasını yerden kaldırıp isteksizce bardağa uzanan tombul delikanlı şerbeti bir dikişte bitirdi.

“Geçmiş olsun birader, hangi rüzgâr attı seni buraya? Pek öyle ite uğursuza benzer bir halin de yok. Anlatmak istersen dinlerim. İnsan anlata anlata ferahlar böyle yerlerde. Bakarsın derdine derman olacak bir ilaç buluruz, belli mi olur. Hele söyle bakalım, kime ne yaptın ya da kim sana ne yaptı da geldin düştün buraya?”

Adam hiç konuşmadan başını önüne düşürdü. Selamet anlattırmaya kararlıydı. O da yanına çöküp beklemeye başladı. Bir zaman öylece susup oturdular.

“Adım Mustafa, Gevşek Mustafa da derler ama kulak asma diyen terbiyesizlere. Başkaları gibi cevvalce ortaya atılıp da yalandan çalışırmış gibi görünüp, ense yapacak adam değilim ben. Şimdiye kadar verilen her vazifeyi layıkıyla yaptım. Bir kere bile arkama dönüp de nedendir diye sormadan iş çıkardım. Konyalıyım ben ağabey; bir şeyin önünü ardını fazla sormadan yapmayı bana ustam öğretti sağ olsun. Etli ekmeğimiz meşhurdur bizim ağam. Mevlana-i Rumi Hazretleri’nin türbesine çıkan yokuşun başında iki katlı bir dükkân vardır, şöyle maviye boyalı. Boyası epeyce döküldüydü ya, üç senedir gitmişliğim yok, belki usta başka renge boyamıştır yalan olmasın şimdi, işte o dükkan benim mekânımdır. Kendimi bildim bileli orada çalıştım ben biliyon mu? Ana baba arama bende, ikisini de görmedim, bilmedim. Tek gözü kör bir ninem var, o yanına aldıydı bir vakit…”

Uzun zamandır kimseyle konuşmadığı belliydi. Bir solukta, arkasından atlı kovalıyormuş gibi hızlı hızlı anlatıyordu. Selamet’in yüzüne baktı; sıkılmadan dinlediğini görünce rahatlayıp devam etti:
”Beş yaşında ya var ya yoktum, pek hatırımda değil, bu Celadet Usta’nın yanına çırak koydu beni ninem. Ekmek fırınıydı emme etli ekmeği daha meşhurdu. Akşamları üst katta uyurdum tek başıma. Sabah ezanıyla kalfa gelir açardı dükkânı ama ben olmasam ne yaparlardı bilmem. Daha ezan sesini duymamla fırlar kalkardım yattığım çuvalın üzerinden. Hamurun suyunu ben taşırdım, tuzunu ben tartardım. Yerleri akşamdan silip pırıl pırıl bırakırdım namussuzum. Hamur bezlerini tastamam eder, fırın ocağının yanına kat kat yapıp koyardım. Bak böyle anlatıp duruyom emme, o zaman da yavaş çalışırdım ben. Bu kadar işi yapan kim, bu düzen nasıl böyle eksiksiz gidiyor diye soran eden olmazdı. Sesim çıkmazdı da ondan ağam, ben yaptım demeyi bilemezdim de ondan… “

Şimdi başını dik tutarak konuşuyordu:
“Neyse işte, sonra sonra işi kavradıkça hamura elimi değdirdiler. Bir yufka ekmek yapardım ki altından gökyüzündeki yıldızları seyre dursan şaşırmazdı kimse, o kadar ince açardım mübareği. Ah, ah, ahh! Şimdi çağırsalar da gel bakalım aç şu hamuru deseler becerebilir miyim yeniden, bilmem ağam. Bu işlerde elin işledikçe ustalığın hükmünü sürersin. Değil mi ki işine küstün, işin de sana küser; ben onu bunu bilmem, eli işleyen adamı yolundan çevirmek günahtır. Bırakacaksın ki ilerlesin, daha iyisini becersin.”

Selamet bu mevzuyu hiç düşünmemişti, hak verdi Gevşek Mustafa’ya:
“Ee, ne oldu da buraya düştün, hele onun yakınından geç de bilelim Mustafa Ağa,” dedi.

Mustafa derin derin iç çekerek anlatmaya devam etti.
“ Artık kalfalıktan da öteye geçmiş, usta olmuştum. Celadet Ağa çoğu günler işe geç gelmeye başlamış, bütün düzenden intizamdan beni mesul görmeye başlamıştı. Peltek bir kocakarı vardı bizim ustanın mahallesinde. Ekmek almaya gide gele çok sevmişti beni. Elim para görmeye başlamış, bir ev tutup yerleşecek kadar biriktirmiştim allahıma şükür. Ninem benim o günlerimi göremeden terk-i diyar eyledi…”

Selamet bu duyguyu daha önceden kendisi de tattığı için iyi biliyordu. Gözünün önünden bir an gelip geçen acıma duygusuna aldırmadı:
”Başın sağ olsun, Allah rahmet eylesin birader,” diyebildi.“
“Sağ olasın ağam, dostlar sağ olsun. Bu peltek karı bir gün eteklerini yeldire yeldire telaşla geldi dükkâna. Beni bir köşeye çekip fısır fısır konuştu durdu. Meğer bana kız bulmuşmuş. O da benim gibi öksüz, sahipsiz bir kızmış. ‘Ama bir gör, ay parçası mübarek!’ diye de methiyeler düzüyordu. Neyse uzatmayalım, ben kızın yüzünü bile görmeden peltek kocakarıya inanıp razı oldum. Bir hafta içinde bizim ustanın da he demesiyle oldu bu iş. Nazlı’yı ilk gece gördüğümde feleğim şaştı.”

Selamet gülecek oldu:
“Çok mu çirkindi yoksa?”
“İlk defa şansım yaver gitmişti ağam. Meğer kocakarının söylediğinin fazlası yokmuş da, eksiği varmış. Allah’a şükürler olsun, huyu da pek güzel çıktı. İki öksüz, koca dünyayı karşımıza alıp da, birbirimize sımsıkı sarılarak kambur felekle dövüşmeye başladık. Usta dükkâna ortak edecekti beni. Tam o işi konuşmak için ertesi günün gelmesini bekliyordum ki emir çıktı. Daha neferliğime iki sene vardı ağam, tam iki sene. Bu kadar erken beklemiyordum ben bu yazgıyı, lakin elden ne gelir. Tabii apar topar götürdüler herkesi. Gencecik hanımı bıraktığıma mı yanayım, işimin başında aslan kesilip Konya’yı önüme katıp götürecekken, hayallerimin altüst olmasına mı yanayım bilemedim…”
Kederi artmış olmalıydı; kafası yeniden önüne düştü:
“Gözümü açtım ki ne göreyim, bir baktım ki kocaman bir geminin içinde bahriyeli kıyafetiyle ambara atılmışım. Yanımızda yöremizdeki çavuşlar gözümüzün yaşına bakmadan on beş gün içinde topçu neferi yapıp kaptan paşanın kalyonuna atıverdiler bizi. ‘Bre aman biz Konyalıyız, denizi ömrümüzde görmedik’ desek de ne fayda? Kusmaktan helak olan mı ararsın, fırtınalardan korkup altına kaçıran mı ararsın? ‘Toprak altına yedi kat kök bağlamışız bir kere, ayağımız yere basmazsa öldük bilin ağalar!’ deyip yalvarsak da kâr etmedi. Bir talim çavuşumuz vardı hiç unutmam. ‘Osmanlı neferi her güçlüğü Allah’ın izniyle yener de, dünyayı sırtına çuval gibi alıp şuradan şuraya gık demeden atıverir evlatlarım. Hadiyin gaari, şu top güllesini en çabuk kim yetiştiriyor topun ucuna görelim bakalım!’ diyerek hepimizi galeyana getirmeyi pek bilirdi. Yavaş mavaşım ama bakma sen, bütün hepsinden önce koyardım gülleyi topun ucuna da, ötekilere de yardıma giderdim. İşin belini bükmek için sürat lazım değil insana. Asıl mühim olanı, neyi nerede yapacaksın, hangi işi önce göreceksin bunları kestirmektir. İşi ferasetle yoluna koymazsan netice hüsran olur. Bizim sığır alayı oradan oraya koşturup gülleleri kavrayıp kucaklamaktaki ferasete vâkıf olmadıkları için başarısız oluyorlardı. Keşke ben de beceremeseydim ağam, keşke hep sonunculuğa güreşseymişim. Bak başıma ne işler geldi.”

Selamet hikâyenin gittiği yeri kestirememişti:
”Yahu ne güzel anlatıyorsun birader, madem bu kadar iyi topçu neferiydin, ne oldu da şimdi buradasın, anlamadım doğrusu,” diye yol verdi lafın arkasına.
Mustafa olanlara kendisi de inanamamış gibi bir surat ifadesiyle devam etti:
“Ah birader ah, sonrası tam bir felaket. Kimseleri inandıramadım olanlara. Kadı hazretleri davamı iki günde tamamladı. Ne şahitleri doğru düzgün dinledi ne de benim ifademi ciddiye aldı. Kırdı kalemi kesti cezamı sağ olsun. Olanlara en çok ben kahroldum, ben yıkıldım ama ne fayda. Suç başkasının da olsa suç aleti elimde kalmıştı. Zahirle hakikat bazen yer değiştirebiliyormuş demek ki. Kimseler inanmak istemedi suçsuzluğuma. İnansalar işin ucu zabitlere dokunacaktı elbette. Konyalı Mustafa’yı harcamak kolaydı, onlar da harcayıverdiler. “
Selamet sabırla dinliyordu:
“Allah Allah, bak şimdi çok merak ettim. Ne kadar ceza kestiler ki?”
Mustafa cezayı tekrar hatırlayınca farkında olmadan yüzünü buruşturdu. Midesindeki acı su ağzına kadar gelip geri gidiyordu.
“ Eğer ölmez de sağ kalırsam bu zindanda, on iki sene sonra çıkarmışım ağam, tam on iki senem varmış çekeceğim.”
Selamet çok şaşırdı. Kalyonun içinde ne yapmıştı da bu kadar ağır bir ceza yemişti bu adam.
“ Yoksa birinin ırzına mı musallat oldun Mustafa Efendi, padişahımız hiç affetmez böyle işleri bilirsin.”
Mustafa’nın suratı kıpkırmızı oldu.
“ Efendi, efendi, sen beni kime benzettin. Biz Konyalıyız. Evvel Allah erkekliğimizi çiğneyip de bok yoluna düşürecek adam çıkmaz bizden. Sen onu buradaki Bizans artıklarından ummalısın,” diye çıkıştı.
“Estağfurullah birader,” diye eteklendi Selamet.
“Hayır, yani anlamadığım için sordum, nasıl bir iftiraymış ki bu?”
“ O gün sabah erkenden sefer hazırlığı için toplandık. Bizim kalyon başta, diğerleri arkada kırk beş parça gemiyle Beşiktaş’tan demir alıp Marmara’dan Gelibolu istikametine doğru yola koyulduk. Padişahın sarayından geçerken âdet olduğu üzere kuru sıkı dolu top gülleriyle bütün gemilerden yirmi bir pare atış yaparak selama durup yola devam ettik. Altı yedi saat kadar sonra Gelibolu’ya yaklaşırken hepimizi top başlarına geçirdiler. Meğer donanmanın böyle bir âdeti varmış. Dinimize ve padişahımıza büyük hizmetleri geçen mübarek insanların yattığı türbelerden geçerken saygı gereği top atışı yapılıp selama durulur, sonra da bütün mürettebat güverteye toplanarak, imam efendi eşliğinde dualar okunurmuş. Topların nizam ve intizamından mülazım-ı evvel Hamit Efendi mesuldü. Tam türbenin bulunduğu köye gelince gemiler yavaşladı. Komutanın emir vermesiyle ardı ardına gülleleri patlatmaya başladık. Ortalık aniden aleve kesti. Kafamı lombozdan çıkarıp bakınca dehşete kapıldım. Benim atış menzilimdeki köy meydanı havaya uçmuştu. Kocaman bir çınar ağacı devrilmiş, yıkılan iki evin içinden dumanlar tütüyordu. Kuru sıkı yerine gerçek güllelerle atış yapmıştım. Apar topar kıyıya çıkartılan sandallardaki askerler evlere dağıldı. Allahtan kimseye bir şey olmamıştı. Köyün ahalisi tarlalara çalışmaya gittiğinden kimse ölmemişti çok şükür. Köy muhtarı bulunduktan sonra hasar tespiti yapıldı. Hasarın telafisi için Kaptan Paşa yüklü bir miktar yardım yaptı.

Suçlu derhal bulunmuştu Selamet Efendi; bendim tek suçlu.  Gülleleri her topun neferi kendi gider alırdı ambardan. Topların yanında en azından on adet hazır kuru sıkı gülle bulundurulurdu. O sabah yola çıkarken kuru sıkıları kendi ellerimle hazırlamış, dizmiştim yanıma. Saray açıklarında selamlama yaptıktan sonra hiç ellemedim gülleleri. Bu işi zindanda çok düşündüm sonradan. Benim tahminim, bu aklı evvel Hamit Efendi, benim yokluğumda güllelerin eksik olduğunu fark edip tamamlatmak istemiş, salağın biri de hakiki güllelerle tamamlamıştı top başlarını. Benim de dalgınlığıma gelmiş, harp güllelerini doldurup doldurup boşaltmışım köyün üzerine. Bunu kimseye anlatamadım tabii. Şahit bulmam da mümkün olmadı. Herkes sırtını döndü, işte böylece soluğu burada aldım Selamet Ağam.”

Şimdi Mustafa tekrar kederlenmiş, deminden beri konuşan kendisi değilmiş gibi sessizliğe bürünmüştü. Selamet manzarayı gözünde canlandırdı. Köy meydanındaki tavukların oraya buraya kaçışlarını, Kaptan Paşa’nın suratının halini aklına getirdikçe içinden gülmek geliyordu. Bu zavallı delikanlının hiç suçu yoktu, bundan emindi. Ama donanmada ve diğer birliklerde işlerin böyle yürüdüğünü bildiği için hiç şaşırmamıştı. Her zaman en alttakinin canı çıkardı. İt ite, it kuyruğuna diyen boşuna dememiş. Bahriye cehenneminde göz göre göre ipini çekerlerdi adamın. Hoş, burası da memleketin bir aynası sayılırdı. ‘Başka yerlerde farklı mı ki?’ diye düşündü. Buna benzer sürüyle hikâye dinlemişti bu zindanda. Divan-ı harbe çıkarılanların ekseriyeti ya erattan ya da en fazla küçük rütbeli zabitlerden olurdu.

Mustafa’yı neşelendirecek haberi sona saklamıştı.
“Hiç kendini kedere kaptırma. Allah bir kapıyı kaparsa ötekini ardına kadar açar sevdiği kulları için. Pek yakında padişahımız af çıkaracakmış. Bunu saraya çok yakın ağızlardan duydum inan ki. Sen hala kafanı yastığa rahat koyup uyuyorsan gerisini dert etme. Doğru sallanır ama yıkılmaz ağa. Bak görürsün, bir seneye kalmaz çıkarsın bu delikten. Yarın Şefik Paşa ile konuşurum. Mutfakhanede senin gibi usta bir hamurcuya çok ihtiyaç var zaten. Amma bir şartla. O etli ekmeklerden ilk önce ben tadacağım, kabul mü?” dedi.

Mustafa susuzluktan solmuş bir fesleğen iki yudum suyla nasıl canlanırsa öyle canlandı Selamet’in gözleri önünde. Selamet’i omuzlarından sımsıkı kavrayarak sarsmaya başladı :
“ Sahi mi ağa, sahi mi söylüyorsun. Çok bahtiyar oldum, çok bahtiyar…”

Sözlerini tamamlayamadı. Gözyaşları senelerdir birikmiş de bir türlü boşalamamış gibi döküldü. Başını Selamet’in omzuna yaslayıp küçük bir oğlan çocuğu gibi hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı. Selamet’in omzu su içinde kaldı.

-SÜRECEK-

 

Yazarın Diğer Yazıları
deneme bonusu veren siteler yeniokul.net casino deneme bonusu veren siteler