Gurbet Doktorları I
Sabahtan beri odaya girip çıkanların sızlanmalarından anlamıştı havanın sıcaklığını ya, hastanenin kapısından çıkar çıkmaz alevin yalımı suratını yalayıp geçince hastalara hak verdi. Bodrum katındaki poliklinik odasının penceresi bile yoktu. Klimanın yapay serinliğinde çalışırken ne sıcağı, ne de kasabanın vahşi ıssızlığını fark ediyordu. Doksan altı hasta muayene etmişti o gün de. Önceki günün rekorunu kırmaktan gurur duymadığı çok belliydi. Bir haftadır canından bezdiren bel ağrısı şimdi iyice azmıştı. Köşedeki bakkala girip soğuk bir şeyler içmek istedi. Tıpkı meltem başlayınca nazlı nazlı sallanan iri bir tekne dubası gibi olduğu yerde kımıl kımıl oynaşan yağlı gövdeyi fark edince kaçmak istedi. Fakat artık çok geç kalmıştı. Dükkânın eski püskü kapısı ardına kadar açıktı. Duba onu fark edince cüssesinden hiç beklenmeyecek ince bir sesle haykırdı:”Doktor beyiiimmm, hoş geldiiinn sefalar getirdiinn. Buyur buyur geh geh geh” Hiç bitmeyecek sandığı fabrika sireni sonunda susmuştu. Kadın ona tavuk muamelesi yapıyordu resmen. Öyle ki; gıdaklayarak girmek istedi içeriye. Kendini tutarak buzdolabına yönelip soda aranırken dubanın meramını anlayıp susması için dualar etti içinden. Fakat olmadı tabii. Cırtlak duba işkenceye devam ediyordu. Ameliyatından sonraki iki ay boyunca akan yarasını hatmi çiçeği tozuyla ovalarsa iyi gelir miymiş diye sordu. Elinde önceden hazırladığı bozuklukları tutuyordu genç adam. Hatmi çiçeğini hiç bilmiyordu, duymamıştı. Nedense hatim indirmek için babasının zoruyla yaz tatillerinde gönderildiği camiyi hatırladı. Kadının ağzı iri ve miskin bir balık gibi sürekli açılıp kapanıyordu. Dubanın anlattıklarıyla ilgilenmemesi gerektiğini, yanıt verirse başına gelebilecekleri, kadının geçmişteki poliklinik ziyaretlerinden biliyordu. Dinlermiş gibi yapıp kafasını öne arkaya istemsizce sallayarak bakkaldaki ekşi yoğurt kokusunun nereden geldiğini tahmin etmeye odaklandı. Kadın konuştukça coşuyor, coştukça hızlanıyordu. “Pozitif feedback böyle bir şey olmalı” diye geçirdi içinden. Soğuk soda şişesini açmak için bakkalın uzattığı açacağı farkında olmaksızın tıpkı bir silaha saldırır gibi hiddetle kaptıktan sonra, bütün mermileri kadının yağlı suratına boşaltmak istermiş gibi tutarak “siz de içer misiniz? “diye sordu. Aniden kibarlaşarak ucuz pavyon şarkıcısı edasıyla teklifi geri çeviren dubanın cevabıyla ilgilenmedi. Buz gibi sodayı bir dikişte bitirdi. Parayı kasanın üzerindeki üçüncü sınıf melamin ‘Meramlı Sucukları’ tabağına bırakarak ardına bakmadan dışarı çıktı.
Güneşin azgın sıcağı beynine beynine işliyordu yürürken. Kasaba uğrayabilmek için yolu uzatıp çarşıdan geçmeyi göze almıştı. Zırhla çekilmiş koyun kıymasıyla tepsi kebabı yapmayı dün geceden kafasına koymuştu. Mecburi hizmetin faydası da bu olsa gerek diye geçirdi içinden. Güneydoğu yemeklerinin çoğu kolay öğrenilen kebaplardan oluşuyordu. Arabayı evin önünde bıraktığına pişman oldu. Kızgın fırında yürümenin ne mene bir şey olduğunu istemeden de olsa öğreniyordu. “Tibet rahipleri kor ateşlerde böyle yürüyormuş demek ki. Bir ay daha bu sıcaklarda eve kadar yürürsem cehennemde işim çok kolay olacak” diye soğuk bir espri yapıp kendi kendine pis pis sırıttı. Kasap dükkânından yükselen taze kan ve iç yağı kokusu yokuşun başını tutmuştu. Genzini yakan koku beyindeki ilgili merkeze ulaşır ulaşmaz pisboğaz kedi yavruları gibi yalanarak adımlarını sıklaştırdı. Tepsi kebabının hayali lezzetiyle damağı kamaştı, ağzı sulandı. Yokuştan iner inmez, küçük meydanda kurulu iptidai kasaba pazarının kuru kalabalığının tam da ortasına düştü. Kürtçe bağırtılar, neşeli pazarlıklar, kahkahalar işitiliyordu hengâmenin içinde. Böyle zamanlarda yakalandığı yabancılık hissini katlanabilir kılmak adına tek kişilik bir oyun sahneliyordu.
Kendine İspanyol turist muamelesi yapmaktan hınzırca bir zevk alıyordu. Antonio Banderas taklidi yaparak, bilmediği İspanyolcasıyla ürettiği saçma sapan kelimeleri mırıldanıp yürürken bir yandan da hiç tanımadığı adamlara selam veriyordu. Poliklinik sayısını azaltmanın çaresini bulmuştu belki de. Yanlarından geçen tuhaf doktoru anlamsız ifadelerle süzen ahaliye yan gözle bakınca deli gibi gülüyordu. Kasabın kapısına beş on metre kalmıştı. Cüzdanında para mı diye kontrol etmemişti evden çıkarken. Buralarda kredi kartı kullanmak haram sayılırdı. Cüzdana baktı, boştu. “Neyse canım kasap beni tanıyor nasılsa” diye geçirdi içinden.
Dükkâna adımını atar atmaz iki iri kıyım arsız kedi bacaklarının arasından yıldırım hızıyla geçip sokağa fırladı. Arkalarından kasabın sunturlu küfrü yetişti. Kedilerin ağızlarından sarkan kanlı ciğer parçaları durumu açıklıyordu. Kasapla bir hayli dalga geçti. “Kediye ciğeri kaptırmak” deyimini bu sakin tabiatlı adamın dedeleri mi bulmuştu acaba? ‘Bunu sosyal medyada paylaşmalıyım’ diye mırıldandı. Kasabın özene bezene zırhla çektikten sonra üzerinde büyük bir alışveriş merkezinin amblemi basılı yağlı kâğıda sararak kutsal bir emanet gibi teslim ettiği yarım kilo kıymaya şefkatle sarılıp borcunu deftere yazdırdıktan sonra pazarın ortasından yürümeye başladı.
Tam karşısından gelen sarı benizli, kara kuru delikanlı dikkatini çekti nedense. O sıcakta montla yürüyordu. ‘Kim bilir ne derdi var garibin? ‘ diye geçirdi içinden. Az daha yürümüştü ki kasabanın her tarafından duyulacak kadar inanılmaz şiddette bir patlama oldu. Gözleri kamaşmış, kulakları sağır olmuştu. Birden hafiflemiş gibi hissetti nedense. Sonra aniden bir kamaşma daha. Balonla göğe yükseliyormuş hissine kapıldı. Kıymayı nereye koyduğunu hatırlamaya çalıştı. Kollarını oynatmak istedi, bulamadı. Sonra her şey, her yer karardı.